Fransız filmlerine sebebini bilmediğim bir ön yargıyla bakardım neden. Yavaşlıktan öyle dem vuruluyordu ki izlemeden emindim ne kadar iç bayacağından. Öyle ya biz Hollywood kültüründen geliyorduk. Çocukken izlediğimiz çizgi filmlerden ilk gençlik yıllarında seçtiğimiz aşk filmlerine kadar her şey bir kültürün düzenli parçalarıydı.
Zamana güvenmem, ‘zamana bırakmak’ tamlamasından hiç haz etmem, hele ‘zaman her şeyin ilacıdır’ cümlesini balkondan atasım gelir. Zamanla hiçbir şey düzelmez. Zamanla hayat daha karmaşık bir hal alır. Zamanla hayatlara insanlar dâhil olur, her gelen bencilce sana kendinden bir iz bırakır. İzler hayatı karmaşık kılar.
Fransız filmlerine böyle sert bir giriş yapmak ne denli akıllıca bir fikirdi bilmiyorum. ‘La fille sur le pont’ dan bahsediyorum. Vanessa Paradis’in Adéle rolüyle filmin girişinde yaptığı konuşma yüzünden filmi üç kez durdurup notlar almak zorunda kaldım. İçinde olduğu ruh hali benim limitteki hayat bağlılığımı da aldı götürdü. Gariptir sanki bunca yıldır aradığım da bu filmle bulduğum bir şey varmış gibiydi. “Bazı insanlar mutlu olmak için doğar” diyordu filmin ilerleyen sahnelerinde Adéle. Ne yazık, ben onlardan biri değilim diye tamamladım cümleyi içimden.
- Şansım hiç yaver gitmedi, yapmaya çalıştığım her şey ters gidiyor, dokunduğum her şey bozuluyor.
- Bunu nasıl izah edebilirsin?
- Şanssızlık izah edilemez, müzik kulağı olmak gibidir. Vardır ya da yoktur.
Sahi ne yazık, düşünsene bir insan hayattan ne bekler? Neye sahip olduğunda hayıflanmayı bırakıp şükretmeye başlarsın? En ufak bir ışık yok yakınımda. Göğsümü kabartmayı bırak kendimden kurtulup kendimden uzaklara koşsam dünyanın en mutlu insanı olurdum. Biri beni önemsediğinde, biri bana bağlandığını söylediğinde ellerimi koyacak yer bulamıyorum. Konuşmayı orada bırakıp ıssız sokaklara gitmek istiyorum. “Geçmişin sularını yeniden tutmaya çalışma” diyor ya Gide, “Geçmişi gelecekte bulmaya çalışma sakın” diyor ya… Kapanan bir kapının ardından öyle çok bakarsın ki, zamanla kapının şekli, rengi, kişiliği değişir. Aynı kapıya haksız anlamlar yükler, beklentilerle değerini eksiltirsin. İnsanlara anlam yüklemek cesaret isteyen bir iştir. Anılar biriktirmek, birlikte güzel filmler izlemek, şehirler gezmek... Aklında bir parça iz kalır, yıkamakla çıkmayan izler gibi kaderine terk etmeyi zorunlu kılar. Birisinin, herhangi birisinin, hayatında hiç görmediğin ya da yeterince yaşanmışlıkla pekişmediğin birisinin bile sana çocukluğunu anlatması, sana verdiği değerlerden bahsetmesi vakitsiz gelen bir haber gibi tehlike taşır özünde.
Söz vermek cesaret isteyen bir iştir. Tecrübe, ilgi, bilgi ister. İlkyazın sıcaklığını saklar kafesinde. İnsanı insana yaklaştırır. İnsanı insandan soğutur. İnsanı insana vurdurur. Sözler acıtır, hayata yersiz beklentiler dâhil eder. Birisi bana kazara söz verdiğinde ellerim titriyor, kısa yoldan ondan kurtulmak istiyorum.
Zaman yok. Zaman sanki sudan bir heykel… Sanki sessiz bir sonbahar… Dipsiz bir rüzgâr… Doğrusu olmayan bir önerme. Kendi içinde bir handikap…
Ağız dolusu bir kahkaha ile güldüm filmin en ağlamam gereken sahnesinde. Öylesine detaylara gizlenmişti ki sır, saatler boyunca akan suyu gösterip, ekmeğe yağ sürüşünü izlemek beni başka bir hayatta sonsuz bir uykuya yatırmış gibiydi. Böyle derin bir uykuya asırlardır muhtaçtım sanki. Kadının yalınayak yürüyüşünü uzun uzun izledim, aradığını bulamayışını derin bir yaşanmamışlık ağrısıyla resmettim zihnimde. Kelimeler eksik, kelimeler yersiz, kelimeler sessizdi.
Kadın sesini alçaltıp sordu ya adama “ara sıra gülmek seni rahatsız mı ediyor?” diye, onun sükûneti benim sesimle bir oldu sanki. Yerli yersiz öyle çok, öyle uzun gülüyorum ki son zamanlarda, bu kadar güldüğüm için kendimden bir o kadar soğuyorum. Bu bir kördüğüm...
Hâsılı, uzun zamandır izlediğim en iyi filmlerden biriydi bu. Çaresizce Fransızca öğrenme isteği doğuran, her sahnesi bir fotoğraf olan, görsellik kavramını baştan yaratan, müzikleriyle ve sürpriz bir şekilde İstanbul sokaklarında sonlanmasıyla ait olduğum şehri hatırlatıp gülümsetirken iç burkan, izlediğim geceyi, ertesi sabahı, sonraki geceyi, takip eden üç beş sabahı ve geceyi anlamlı kalan öyle kendi halinde bir filmdi.
Fransız filmlerine söyleyecek tek sözüm, keşke birbirimize bu kadar geç kalmış olmasaydık.
Zamana güvenmem, ‘zamana bırakmak’ tamlamasından hiç haz etmem, hele ‘zaman her şeyin ilacıdır’ cümlesini balkondan atasım gelir. Zamanla hiçbir şey düzelmez. Zamanla hayat daha karmaşık bir hal alır. Zamanla hayatlara insanlar dâhil olur, her gelen bencilce sana kendinden bir iz bırakır. İzler hayatı karmaşık kılar.
Fransız filmlerine böyle sert bir giriş yapmak ne denli akıllıca bir fikirdi bilmiyorum. ‘La fille sur le pont’ dan bahsediyorum. Vanessa Paradis’in Adéle rolüyle filmin girişinde yaptığı konuşma yüzünden filmi üç kez durdurup notlar almak zorunda kaldım. İçinde olduğu ruh hali benim limitteki hayat bağlılığımı da aldı götürdü. Gariptir sanki bunca yıldır aradığım da bu filmle bulduğum bir şey varmış gibiydi. “Bazı insanlar mutlu olmak için doğar” diyordu filmin ilerleyen sahnelerinde Adéle. Ne yazık, ben onlardan biri değilim diye tamamladım cümleyi içimden.
- Şansım hiç yaver gitmedi, yapmaya çalıştığım her şey ters gidiyor, dokunduğum her şey bozuluyor.
- Bunu nasıl izah edebilirsin?
- Şanssızlık izah edilemez, müzik kulağı olmak gibidir. Vardır ya da yoktur.
Sahi ne yazık, düşünsene bir insan hayattan ne bekler? Neye sahip olduğunda hayıflanmayı bırakıp şükretmeye başlarsın? En ufak bir ışık yok yakınımda. Göğsümü kabartmayı bırak kendimden kurtulup kendimden uzaklara koşsam dünyanın en mutlu insanı olurdum. Biri beni önemsediğinde, biri bana bağlandığını söylediğinde ellerimi koyacak yer bulamıyorum. Konuşmayı orada bırakıp ıssız sokaklara gitmek istiyorum. “Geçmişin sularını yeniden tutmaya çalışma” diyor ya Gide, “Geçmişi gelecekte bulmaya çalışma sakın” diyor ya… Kapanan bir kapının ardından öyle çok bakarsın ki, zamanla kapının şekli, rengi, kişiliği değişir. Aynı kapıya haksız anlamlar yükler, beklentilerle değerini eksiltirsin. İnsanlara anlam yüklemek cesaret isteyen bir iştir. Anılar biriktirmek, birlikte güzel filmler izlemek, şehirler gezmek... Aklında bir parça iz kalır, yıkamakla çıkmayan izler gibi kaderine terk etmeyi zorunlu kılar. Birisinin, herhangi birisinin, hayatında hiç görmediğin ya da yeterince yaşanmışlıkla pekişmediğin birisinin bile sana çocukluğunu anlatması, sana verdiği değerlerden bahsetmesi vakitsiz gelen bir haber gibi tehlike taşır özünde.
Söz vermek cesaret isteyen bir iştir. Tecrübe, ilgi, bilgi ister. İlkyazın sıcaklığını saklar kafesinde. İnsanı insana yaklaştırır. İnsanı insandan soğutur. İnsanı insana vurdurur. Sözler acıtır, hayata yersiz beklentiler dâhil eder. Birisi bana kazara söz verdiğinde ellerim titriyor, kısa yoldan ondan kurtulmak istiyorum.
Zaman yok. Zaman sanki sudan bir heykel… Sanki sessiz bir sonbahar… Dipsiz bir rüzgâr… Doğrusu olmayan bir önerme. Kendi içinde bir handikap…
Ağız dolusu bir kahkaha ile güldüm filmin en ağlamam gereken sahnesinde. Öylesine detaylara gizlenmişti ki sır, saatler boyunca akan suyu gösterip, ekmeğe yağ sürüşünü izlemek beni başka bir hayatta sonsuz bir uykuya yatırmış gibiydi. Böyle derin bir uykuya asırlardır muhtaçtım sanki. Kadının yalınayak yürüyüşünü uzun uzun izledim, aradığını bulamayışını derin bir yaşanmamışlık ağrısıyla resmettim zihnimde. Kelimeler eksik, kelimeler yersiz, kelimeler sessizdi.
Kadın sesini alçaltıp sordu ya adama “ara sıra gülmek seni rahatsız mı ediyor?” diye, onun sükûneti benim sesimle bir oldu sanki. Yerli yersiz öyle çok, öyle uzun gülüyorum ki son zamanlarda, bu kadar güldüğüm için kendimden bir o kadar soğuyorum. Bu bir kördüğüm...
Hâsılı, uzun zamandır izlediğim en iyi filmlerden biriydi bu. Çaresizce Fransızca öğrenme isteği doğuran, her sahnesi bir fotoğraf olan, görsellik kavramını baştan yaratan, müzikleriyle ve sürpriz bir şekilde İstanbul sokaklarında sonlanmasıyla ait olduğum şehri hatırlatıp gülümsetirken iç burkan, izlediğim geceyi, ertesi sabahı, sonraki geceyi, takip eden üç beş sabahı ve geceyi anlamlı kalan öyle kendi halinde bir filmdi.
Fransız filmlerine söyleyecek tek sözüm, keşke birbirimize bu kadar geç kalmış olmasaydık.
4 yorum:
Ez teşekkürler izleyeceğim bir film oldu bu yazından sonra.
Tuhaf bir filmdi. Ama tuhaflık bazen güzeldir.
benimle aynı hisleri paylaşan bir insan daha olduğunu bilmek büyük bir mutluluk kaynağı.
haykırmak istediklerimi kelimelere döktüğün için teşekkür ederim.
Yorum Gönder