11 Haziran 2012 Pazartesi

adın...


“yorgunum… hiçbir şey bilmiyorum, tek istediğim,
yüzümü kucağına koymak,
başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek
ve sonsuza dek öyle kalmak” K.

Yeni sabaha uyanmak gibiydi yüzün veda ederken. Vedalardan, ‘hoşça kal’lardan, tren istasyonlarından, havaalanlarından neden haz etmediğimi hatırlatır, insanın saklanmak için uykulara sığınmasını kelimeler olmadan anlatır gibiydi… Yüzün, gün ışığından neden korktuğumu yineledi bana, yüzün bir insanın taşıyabileceği en cüretkâr renkti…  

Korkma. Korktukça yollar azalmıyor. Korktukça insanlar kavuşmuyor birbirine. Sanki asırlardan geri sayıyorum seni. En sakin, en manidar, en kimsesiz sesimle adını çağırıyorum. Adın tüm anlamlarından sıyrılıyor sonra… Ah adın… Adın bir duaya yaraşacak kadar temiz, piyanodan dökülen en bulunmaz ezgi, dolunayın geceye kattığı ışık kadar berrak adın… 

Bir de yüzümü kucağına koysam...
-photo: sabina tabakovic-

2 yorum:

Adsız dedi ki...

gülümsediğinde gülümsemek istiyorum... Bir dilek tutup saatlece gökyüzünde kayan bir yıldız görebilmek seninle... ve adımı verdiğin o güzel kitabı yanında ağlayarak bir daha okumak istiyorum.

Fatih dedi ki...

kaç gece daha bekler insan düşsüz gemilere el sallamak için giden son gözyaşının ardından.
Hani beklemek en masum yaralanma şeklidir ya, gidenin ardından bağlanır sözler yüzünün en meçhul fısıltısı siner güzlere.
En derin delirmektir aslında bu. Ya da delirmeye çabalamak...
Bütün renklerin kaçtığı hüzünler birikir geçmişin çatlaklarına. Gitsen bir gözyaşı daha boğulacaktır ardında. Ama vedalar en karanlık üzülme şeklidir.
Sahi gözyaşları neden renksiz?