Ancak yolunu kaybettiğinde karşına çıkan işaretleri okuyabiliyorsun.
Kitapları, filmleri, diyalogları, insanları, şehirleri, sahilleri anlıyorsun,
ya da başka bir gözle bakıyorsun diyelim.
Bundan bir sene önce garip bir hisle Roma’ya gittim. İlk kez
gördüğüm şehirleri oldum olası sevmişimdir. Dünyayı tanımaya çalışan yeni
doğanların yüzündeki tarifsiz şaşkınlık ve merakla yürür insan sokaklarda. Oysaki
yollar birbirine benzer. Oysaki kokular, suretler, şehirlerin ezgileri birbirine
benzer ve şehirler hakkında yazılanlar ve anlaşılamamak korkusu taşınan aşklar,
birbirine benzer…
İnsan okumaktan korkar mı? Bazı kitaplar var ki bir
sayfasını çevirmek bir yıl alıyor. ‘Tutunamayanlar’… Kitabı yeniden elime aldım
bu akşamüstü çünkü yine bir işaret arıyorum beni bana hatırlatacak. İlk sayfasını
çevirdim 05.08.2011 diye tarih atılmış, “Canım kardeşim, yazmayı hiç bırakma.
Seni seviyorum” diye imzalanmış. Sahi son iki yılda ne yazdım diye düşünmeden
edemiyorum. Son iki sene bu kitaba neden dokunamadım diye, düşünmeden
edemiyorum. Öylesine bir sayfa açtım ve garip bir işaret gibi ‘Ne Yapmalı?’
başlığı gözüme takıldı. Ahh Oğuz Atay, sende mi uzun yollarda kayboldun? Üç
başlık ardı ardına sonra... Kendini iyi tanımak, kendini eleştirmek ve dış
etkenlerin uyutucu durgunluğuna kapılmamak… Hemen ardından çok iyi bilinmesi
gereken filozof ve edebiyatçılar diye Kafka, Nietzsche, Kierkegaard ve Spengler’i
anmış. Fark ettim ki böyle duyguların en yoğun hissedildiği anlar insanı Tanrı’ya
yaklaştırıyor. Evim hemen yakınında büyük ve heybetli bir kiliseye bakıyor. Deniz
kıyısında, dalgaların sesi kilisenin çanlarına karışıyor. Garip bir hisle
ayaklarım kiliseye yöneldi, anlamadığım bir dilde bir saat süren ayini
dinledim, tanıdık üç beş kişiye rastladım, anlam veremedikleri her halinden
belli gözlerle bana baktılar. Sanki kilisede oturmak bana yasak, nihayetinde
aynı tanrıya inanmıyor muyduk?
Anlaşılamamak büyük bir korku içimde... Etrafımdaki hiçbir
insanın beklentilerini karşılayamıyorum neden. Çocukken ya da ilk gençlik döneminde
beklentiler daha makuldü, yüksek sınav notları, iyi bir üniversiteye girmek,
sonra diplomayı aileye teslim etmekle karşılanıyordu ama yaş aldıkça
beklentileri karşılamak zorlaşıyor. Ofiste patronunu memnun etmek kaygısı, hemen
evlenip aileni memnun etmek, hayatını O’na adayıp olmadığın birine dönüşmek ve
sevgilini/kocanı memnun etmek kaygısı… Öyle bir an geliyor ki istediğin
şehirde, ülkede yaşayamaz oluyorsun, saçını dilediğin renge boyayamıyorsun,
evine dönüp mümkün olan en kısa zamanda (yeterince tanımadığın) birisi ile
evlenip çocuk büyütmeye başlamazsan ‘öteki’ oluyorsun. Herkesin senin hayatın
üzerinde beklentileri başka peki kendine sorduğun oluyor mu; ‘Sen ne
istiyorsun?’.
Tam üç senedir Akdeniz’in epey güneyinde ufak bir adada
yaşıyorum. Kendimi memnun edecek kadar ülke gezdim, geziyorum, sahip olmak
istediğim her şey yok henüz hayatımda, canımı en çok yakan o yıllar boyu emek
verdiğim kitaplığımın burada olmayışı ama farklı şeylerle mutluluğu ikame
ediyorum. Hayatın anlamını unuttuğum zamanlar oldu, yanlış insanlarla, yanlış
hayatlarla boşa geçen günlerim oldu ama yaşadığım hiçbir saniyeden pişman
olmadım. Bu yaz hayattan yeni bir yaş aldım ve tekrar anladım ki hayat çok
hızlı geçiyor. Kin tutmak için, kalp kırmak için, hayatı ertelemek için, görmek
istediğin şehirleri sonraki yıllara bırakmak için vakit yok… Dünya nimetleri
anlamsız geliyor böyle zamanlarda, as olana ulaşmak istiyorsun. Keşke yüzyıllar
önce doğmuş olsaydım, keşke her şeyin daha anlamlı olduğu, hakikatin duygularda
ve kelimelerde olduğu zamanlarda yaşasaydım. Karnımda büyük bir sancıyla
uyuyorum, uyanıyorum günlerdir. Oğuz Atay okumak da elbette yardımcı olmuyor
biraz olsun gülümsemeye ama gel gör ki her satırında söylediklerinin hakkı var,
“Beni anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni
okuyamaz. Yaşarken anlaşılmaya mecburum.” İnsan bu cümlenin üstüne yutkunamıyor…
Fotoğraf: Melanie Schiff