21 Eylül 2010 Salı

x

günler boyu dört yanımdan ittiler de az evvel bıraktılar sanki. bu rahatlık, o rehavetten bin kat iyi!
ben böyle huysuz değildim. avucumda tuttuklarım arttıkça hassas, huysuz birine dönüşüyorum sanki.
her şeyden, bildiğim tanıdığım ne varsa hepsinden gideceğimi düşünüp bir "oh" diyorum az sonra kalbim acıyor.

neyse. taze bir oh dedim, bir ağladım rahatladım.

yazmak mutsuzluktur!



“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz” diyen İlhan Berk belki ilk görüşte tepki topladı. Peki, bunu genellemeye vurursak karamsarlık para ediyor mu demeliydik?

Kâğıdın üzerinde kalemi oynatmak elbette yetmiyor ölümsüz olmaya. Bugüne gelen ya da bugüne kalan kitapları sindire sindire okurken hep aynı hisse kapılıyorum, karamsarlık. “Bataklığın en derinlerindeyim ve tutunacak hiçbir dalım yok” diyordu Victor Hugo mesela...

Kitap okumak konusunda bazı prensiplerim vardır. Kitabın mutlaka benim olmasını isterim, okurken altını çizmek, tekrar elime alacağım güne kadar özenle kütüphanemin rafına yerleştirmek isterim. Her kitabın bir kimliği, bir ruhu vardır. İmza günü için İstanbul’dan kitabımı getirmesi için arkadaşıma döktüğüm dilleri anımsıyorum mesela. Anlam verememişti telefonda, yanıma geldiğinde ona dedim ki “ben bu kitaba dokundum, altını çizdim beni etkileyen yerlerin” gözleri iki katınca açıldı, beni bunun için mi getirttin der gibiydi ama “Bilsem ben aynı yerleri çizerdim senin için sonra” demekle yetindi. Neyse, anlatsam da anlamaz kimse, ben öyle seviyorum. Üstüne üstlük şöyle yazdı Ahmet Ümit kitabımı imzalarken –aşkın hep iyi ve güzel yönlerini yaşaman dileğimle- ne ütopik…

Oysaki bitirmemle günler boyu zihnimi işgal etmişti o kitap. O on öykü, okurken dahi canımı acıtmıştı. “Hayat da bitecek, güneş de soğuyacak” diyordu aynı yazar, bana güzel dileklerini sunduğu kitabın derininde…

Sonra Nietzsche… Yazdıkları çoktu, söylediği ise birbirine yakın… Bir ömürlük hastaydı, mutsuzdu… Yazdıkları nesilleri aştı. Beni en derinden etkileyen kitaplarından birinde şöyle diyordu “Hayatımın nasıl aktığını düşündükçe kendimi ihanete uğramış ya da oyuna gelmiş gibi hissediyorum; sanki bütün hayatım boyunca yanlış melodiyle dans edip durmuşum.” Ne büyük bir hüzündür bu, beyhude geçmiş bir ömrün açıklaması ne olabilir?

Ve elbette Vasconcelos… İnsanın parmakla hesabını tutacağı üçü beşi geçemeyen kitaplardan biriydi benim için şeker portakalı. Bu kitabı on iki günde yazdığını ilk duyduğumda şaşkınlığımı ifade edemedim ancak şöyle diyordu röportajında “ Bu kitabı yirmi yıldan fazla bir zaman yüreğimde taşıdım.” Bir kitabı yüreğinde taşımak ne demek? Ben söyleyeyim, yirmi yıl düşlerinde görmek demek, aklı o hikâyeyi kurgularken dili ayrı konuşuyordu demek, bu derin hüzün yaşayan küçük çocuğu yirmi yıl zihninde büyüttü demek…

Evet, diyordu ki Vasconcelos “Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak bir güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.”

Yazmak diyorduk, mutsuzluk mudur? Ya da bunca derinden iz bırakan metinlerin ortak noktasının mutsuzluk olması tesadüf müdür? Ben bunu ancak kendimle tartabilirim. Ve derim ki hayatım boyu yazdığım en güzel yazıları hep en büyük mutsuzluklarımla yazdım. Dilerim tesadüftür. 

01:46 ez*

11 Eylül 2010 Cumartesi

Bernetta


Sevgili Bernetta,

Gel dedin geldim. Daha önce de söyledim, ben bu şehri sevmiyorum. Ben bu şehirden gittikten sonra aklımda ne kaldıysa hiçbirini sevmiyorum. Lakin geldim.

O kışı ben de anımsıyorum, uzun bir yoldu okulun önündeki cadde. Keşke evim biraz uzak olsa diye geçirmiştim içimden. Güçlükle okula geldiğimi hatırlıyorum, diz boyu kar... O bembeyaz yolu hiç o derece boş görmemiştim, hiç susmadan yürüdük yan yana… Bana düşünde gördüğün evi anlattın. Yüzümü avucunla kavrayıp ‘hiç hayal kurdun mu?’ dedin sonra. Sen ne garip adamsın.

Ben bir hayal kurdum Bernetta. İçinde bir eş, sıcak bir yuva, üç çocuk falan yok. Ben bir hayal kurdum ve kurduğum hayalden korkuyorum. Ona ulaşmayı ne kadar istiyorsam yürümekten o derece geri duruyorum. Sen bana böyle söylemedin. Sen bana yağmur yağmayacağına dair söz verdin, aklıma düştüğün her vakit.

O yolu çok kez düşümde gördüm. Uyanıp hayaller kurdum. Vazgeçtim sonra. İnsanlar tanıdım. Ben insanları sevemiyorum Bernetta. Bu şehri sevmediğim gibi insanları da sevmiyorum. Sevgisizlik bir hastalık mı?

Aylar oldu ilk kez geliyorum yeniden buraya. Hiçbir şey söz verdiğin gibi değil. Bir bahar gecesi yağan bu yağmuru açıklayamazsın bana. Kurduğum hayalden korkuyorum, bu yağmurda ıslanmaktan, bu şehirden tekrar gidecek olmaktan, seni tekrar görebilme ihtimalimden, bana yüzünü çevirmenden, kokunu savurmandan korkuyorum.

Gel dedin geldim. Daha önce de söyledim, ben bu şehri sevmiyorum. Ben bu şehirden, ben yarın döneceğim evimden, ben soluyabileceğin tüm nefeslerden gidiyorum ve insanları sevmediğim için çok üzülüyorum.

Sevgisizlik diyordum, bir hastalık mı? 

4 Eylül 2010 Cumartesi

uçak.

Sofia’da bekliyoruz. Tam bir saat oldu. Hayatımda daha komik bir şey görmedim. ‘Aktarmalı uçuş’ kavramına getirilen yeni yaklaşım bu olsa gerek. Uçaktan inmek yasak. İstanbul’a gidiyorsan elbette… Yolcuların yarısı indi, yerine yenileri geldi. Tam olarak dolmuş gibi evet. Uçak sakinleri, piste inince topluca kaptanı alkışladı. Eminim kaptan şuan çok özel hissediyor kendini. Neyse, eğer devam edersek bir saat sonra en başa dönmüş olacağım. İstanbul’a…

Bir ay boyunca tatil yaptığım için çok yorgunum. Annem de zaten dün, “kızım çok gezdin, döndüğün gibi gel biraz yanımıza dinlen” dedi. O söylediğinde daha neler dedim ama şimdi bu cümlenin ne demek olduğunu anlayabiliyorum. Annemin son dönemde yaptığı yorumlardan sonra O’nu daha yakından tanımaya karar verdim. Geçenlerde konuşurken “yabancılarla aşk zordur kızım” dedi. Bu çok önemli bir cümle mesela… Hayat tecrübesi gerektiren bir cümle… Sormadım elbette nasıl yani diye. Neyse.

İkinci bir blog yazmaya karar verdim. Bir tane oluşturdum dün ama içime sinmedi, sildim. Umarım içime sinen bir isim bulmam çok zamanımı almaz.

Sağımda iki adam oturuyor. Telefonundan açtığı müziklerden sonra kesinlikle onlarla konuşmamaya karar verdim. Şuan gerçekten korkuyorum. 90’larda çekilen Türk filmlerinin senaristleri eminim ki bu şarkılardan ilham almıştır o muazzam senaryoları oluştururken. Neyse bu benim alanıma girmiyor.

 Hava alanında iki buçuk saat boyunca ağladığım için gözlerim yanıyor. Alt tarafı ‘hayatımda geçirdiğim en güzel ay’ sona erdi, abartacak bir şey yok. Hostes, “kahve ister misiniz?” diye sordu önce, “evet” dedim. Kahvemi uzatırken “iyi misiniz?” dedi. Sanırım iyiyim. Yok yok fena sayılmam, iyiyim.

(02.09.10 - 06:25)

2 Eylül 2010 Perşembe

Ölüm korkusu, gereği yerine getirilmemiş bir yaşamın sonucudur yalnızca..




Çocukken karanlıktan korktuğum gibi ölümden korkuyorum, bunu fark ettim. Oysa Kafka şöyle diyor bir yazısında: “Yaşamı tümüyle anlayıp kavrayan kimse ölümden korkmaz. Ölüm korkusu, gereği yerine getirilmemiş bir yaşamın sonucudur yalnızca. Vefasızlığın bir dışa-vurumudur.”
İnsanlar hayatı farklı yorumluyor, burada hemfikiriz. “Yaşamı tümüyle anlayıp, kavramak” ne demek, bundan emin değilim. Ben yaşamı anladım mı aslında bundan da emin değilim.
Ölümü düşündükçe canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Ölünce boşa gidecek diye vazgeçiyorum. Alışveriş yapmaktan soğuyorum mesela. Ne olacak onca kıyafet, dolaplar taşıyor zaten…
İnsan çocukken ölümü düşünmez. İnsan çocukken pek bir şey düşünmez aslında… Ama düşünmeye başladığımdan beri benzer şeyler geçiyor aklımdan.
Hayatı boşa geçirmek içimde büyük bir korku. Hayattan yaş aldıkça kendime dönüp içime bakıyorum. Nereye geldim. Bir yaş daha aldım, sordum yine kendime, nereye geldim?
Öyle abuk sabuk korkularım yoktur. Haa! Yüksekten çok korkarım. Küçükken karanlıktan da korkardım ama şimdi karanlığı seviyorum, aramız iyi. Bir de ayrılmaktan korkuyorum sanırım. Bir şehirden ayrılmak, bir gruptan ayrılmak, aileden ayrılmak, sevgiliden ayrılmak…
Hayatta en sevmediğim şeylerden biri, bir şehirde geçirdiğim son gece. İnsan ne yapacağına bir türlü karar veremez ya. Bir ay boyunca her gün yaptığım şeyleri bugün canım yapmak istemiyor. Valizim sere serpe bir köşede duruyor, kıyafetlerim dağınık, kitaplarım, notlarım sonra… Tüm gün ne valizimi toplayabildim, ne sahile gidebildim, ne şehre inip etrafa bakabildim. Öylece durdum. Aslında bu benim sık sık yaptığım bir şey, öylece durmak. Boş ve amaçsız… Tam anlamıyla anlamsız… Özellikle sınav dönemleri kafamı kaldırmadan okumak zorunda olduğum o yüzlerce sayfa nottan sonra verdiğim kahve molasında hep yaptığım gibi…
-          Ezgi, iyi misin?
-          Evet.
-          Niye on beş dakikadır vazoya bakıyorsun?
-          Ne? Efendim?
Gibi…
Hasılı, hayatımda geçirdiğim en hareketli yaz tatilim bitmek üzere… Ne kadar üzgün olduğum apayrı bir yazı konusu… Döndüğüm gibi gerçek hayata tam göbeğinden devam edeceğimi bilmek hem huzur verici hem ürkütücü. Yeni kitaplar, derginin yeni sayıları, kariyer planları…
Ben şanslı bir insanım. Yirmi üç yaşımda her şeye sahip olmayı zaten beklemiyorum. Sadece yaşamın sessiz sedasız ilerlemesi bazen beni korkutuyor. Gereği yerine getirilmemiş bir yaşam fikri sanırım tam olarak… Neyse.