28 Ağustos 2008 Perşembe

kriminal denemeler ll (üç iki bir!)

- Ölü balıklar yüzüyor. Elime yüzüme değiyor. Yakınıma değin. Alaca renkte biri. Gözleri açık üstelik üzerime geliyor… Gelmeyecek demiştin. Belki de ölmeyeceğine dairdi vaatlerin. Belki de…

**şak şak şak !!

- Her defasında kaskatı olmaktan ürküyorum. Sence bir yere varabilecek miyiz?
- Denemekle bir şey kaybetmeyiz…
- Denemekle? Kaybetmek… Kulağımı tırmalıyor. Tamam, tekrar tekrar ‘deneyelim’ o zaman...

Yürümeye başlamak nefes almaya başlamak gibi. Film sahnesinden kopmuş gibi bir yolda yürümek üstelik. Herkesin iki katlı müstakil evlerinin olduğu, aradaki geniş yolların üstünü ağaçların kapadığı amerikan filmleri… Başında ince beresiyle arkadan yürüyüşünün çekildiği jön de benim.

Herkese yetecek kadar susuyorum! Dilim çözülmüyor. Bıraktığım yerde bana bırakılmış yüzlerce mektup buluyorum. Onca uzağım dönmeye. Ölü balıklar görüyorum düşümde üstelik. Aynalara güvenim yok. "Orda gördüğüm her sureti kendim sanacak kadar aptal değilim!" Yağmurdan haz etmiyorum. Dolu yağsa daha gerçek olurdu. Sert inseydi mesela bir tanesi başıma. Başımdaki bereye rağmen hissetseydim. Başımı göğe çevirseydim refleksimle, ardından bakışlarımı devirseydim ayakuçlarıma.

Hipnoz denince çok gülüyorum. Beynimdeki fazla kıvrımlardan doğan sorularım için son çarem oysa. Gülmemeliyim.

Evimde hiç kapı yok. Kapı gitmek demek. Gitmeni istemiyorum ki. Bana sert sorular savurmandan yorulmadım. İntihar eğilimli ergenlik filmleri seyretmekten de yirmili yaşlarımın son çeyreğinde. Yanlış seçimler yapıyorum bu ara. Unutmam gereken insanları arıyor, ajandamdaki işleri erteliyor, Nietzsche kitapları çekiyorum kitaplığımın raflarından. İhtiyacım olan tek şeyin yüzeysellik olduğunu bile bile…

Herkese yetecek kadar suçluyum! Daha kötü düşler hak ediyorum. Daha karanlık yollarda uyuyabilirim. Önümü hiç görmeden de yürüyebilirim. Bir gece o şarkının sözlerini mırıldanırken belimdeki silaha gidebilir elim. Sana yöneltip kendimi vurabilirim. Ölmekten kötüler korkar öyle değil mi sevgilim? Ben kötü değilim…

Beynimdeki fazla kıvrımlardan doğan sorularım için son çarem... Tamam. Gülmüyorum. Ama uyandığımda kaskatı olmak yoruyor beni. Anestezi almak gibi… Gözlerimi kapatıp sayıyorum bir kez daha. Üç iki bir!
- Tamam, bu son! Ellerimi iki kez vurduğumda tekrar istemeyeceğim uyumanı. Sadece zihninden geçenleri anlat anlaştık mı?

**şak şak !

Ölü balıklar… Gözlerini neden kapatmadan yüzüyorlar? Alacalı sanki biri… Aklımdan geçenleri yapabileceğim bir dünya yok. Aklım düştüğü yerde kalır, eğilsem uzanabileceğim yer kolumla sınırlıdır.
Kanım donuyor. Kanım renginden sıyrılıyor gibi… Kanım diyorum…
Burası çok mu soğuk?
Üşüyorum…

23 Ağustos 2008 Cumartesi

belki bir koku...

“Hangi kurşun parçaladı gülüşünü?
Hangi ilmeğe geçirip astılar şefkatini…” (*)

Bana uzun cümleler kurma, anlayamıyorum. Aklım uzağıma düştü bu gece. Avucuma yemiş kabukları sıkıştırıp itilmiş bir çocuk gibi. Susma demiştim en son. Sustuğunda üşüyorum. Sustuğunda ben dilek tutamadan yıldızlar kayıyor…
O saatler boyu kendini izleten tablosunda olduğu gibi Dali’ nin, içimden çekmeceler dökülüyor. Sakladıklarımla yüzleşince korkuyorum. Saklamak yasak olsa ne iyi olurdu. Bir şey sindirilmeden yeni duyguya kapalı olsaydı ruh. Ne ütopik…
Bir yolda yürümek bir cümle kurmaktan daha kolay oysa. Ne tek kelime dökülüyor dilinden ne bir adım öteye gidiyorsun. Ne sakladığın ellerini gösteriyorsun ne de bana düşlerinden bahsediyorsun.
İçimden benler dökülüyor. Dedin ya yükseklere bakma. Yapamıyorum. Seninle aynı gökyüzüne bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Aynı dünyada yaşayıp ayrı dünyada solumak… Kaybettiğim tüm anılarım hatırımda bu gece. Uzun cümleler kurma bana sen yinede…
Tam da bu saatte çevirmeyi seviyorum başımı göğe. Oysa bakma dedin…
Bakıyorum… Bu gece ve her gece sende bakıyorsun. Ve biz belkide bile bile sadece o maviliği paylaşıyoruz. Salt bir renk, bir doku belki bir koku…

(*)Heinz Kahlau

22 Ağustos 2008 Cuma

ADI YOK 45 ÇIKTI !!


ADI YOK DERGİSİ İFTİHARLA SUNAR (:
SAYI 45 - BURDA MEVSİM YAZ!
Kâğıttan bir gemi yapıp güvertesine düşlerini kaptan tayin eden bir çocuk,
geceleri duvarlara yasak sloganlar yazan bir genç,
ninesinin kurabiyelerine hasret bir torun,
sevdiceğine papatyalardan taç yapan bir âşık,
geceleri evine uğramayan bir evlat,
inzivaya çekilmiş bir ruh, yolları mesken edinmiş bir gezgin…
Bunların hepsiyim. Ve hiçbiri.
Mevsimlere yüklemişim kalemlerimi, topraklarına düşmeyi beklemekteyim.
Adım, sanım yok.
Cismim fani.
Yıldır mevsimleri kovalıyorum, yamacına düşüyorum.
Ve daha yıllarca mevsim mevsim yağacağım toprağına.
Kartvizitim, teskerem, bombalarım, pankartlarım, kurşunlarım yok.
Diyecek sözüm, anlatacak hikâyelerim var.
Bütün bunlar için de elimde yalnızca kurşundan kalemlerim.
Oku beni!

18 Ağustos 2008 Pazartesi

"paramparça senfonik"

Aylardır hayalini kurduğum tek konser alelade bir Teoman konseriydi. Şansıma sıradanlıktan en uzak olanı geldi. Senfoni orkestrası ve Açıkhava birleşince eşsiz bir Teoman performansı izlemek şaşırtıcı olmuyor elbette…
İbrahim yazıcı yönetimindeki orkestra rüya gibiydi. 1buçuk saat kadar süren konser beklenenden kısa sürdü. Teoman’ın genel anlamda şarkıların sözlerini unutması ve yanlış yerde şarkılara girmesi de olmasaydı daha mı güzel olurdu bilmiyorum :)

*
Harbiye’nin en güzel yerine kurulan Açıkhava sahnesinde daha önce bir konser izleme fırsatım olmamıştı. En güzel başlangıcı yaptım fikrimce. Benim sol yanım dışında 1tane daha boş koltuk yoktu. Çakılı doluydu konser alanı. Siyahlar içindeki orkestranın aksine beyaz smokinle sahneye çıkan Teoman’ın ilk şarkısını tamamladıktan sonra kurduğu ilk cümle “fazla tshirt ü olan var mı?” oldu. Yüzümüzü güldürmeye yetti selamlama cümlesi. Zaten ceketinden başlayarak neredeyse her şarkı da bir şeyler çıkardı üstünden.

*
Mavi mavi diyerek başladı 2.kez söylediği 17 şarkısıyla bitirdi konserini. İstasyon insanları, paramparça, gönül çelen, renkli rüyalar oteli, sürpriz, zamparanın ölümü, İstanbul da sonbahar, iki yabancı gibi şarkılarını hayatında ilk kez bir orkestranın parçası, solisti olarak seslendirdi.
*

Şebnem ferah’ın senfoni orkestrasıyla olan konserini kaçırdığım için hala üzülen ben bu konsere şahit olduğum için mutluyum oldukça… Umarım bir 3.sü gripinle gerçekleşir…

12 Ağustos 2008 Salı

iyiye yakın

Güneş çat diye gözüne doğar ya, yani öyle gelir uykunda sana. Ama güneş benim tam gözümün içine doğdu bugün. İlk kez sinirlenip panjurlarımı kapatmadım. Sinirlenip uyku gözlüğünden yardım alıp uykuma devam da etmedim. Balkonuma çıkıp yalınayak sokağı seyrettim. Biraz gülümsedim. Biraz içim serinledi, biraz soğukkanlıydım, biraz inancım vardı iyiliğe…
Aylardan beri uyuklarken minik bir buseyle hayata dönmüş gibiydim biraz… Bir günde onarılacak kırıklar değil biliyorum ama öyle diyor ya şebnem ferah’ta “bugün güzel bir gün demezsem nasıl yaşarım…?”
Bugün güzel bir gün. Bugün yağmur bile yağsa gökkuşağı çıkar ardından. Bugün rengârenk düşler görüyorum gözümün değdiği yerlerde. Bugün hiçbir çocuk üzülmüyor gibi hissediyorum. Anlam yüklemeden bakıyorum etrafıma ve insanlardan beklentilerimi yok denecek kadar aza indirgiyorum bugün…
Balıklarım uyuyordu ben uyandığımda. Tek tek konuştum onlarla. Sessizdim. Uzanıyorlardı boylu boyunca. Biraz tedirginlerdi. Gözlerinin açıklığını ona yordum.
Sahi, balıklar gözü açık mı uyur?

9 Ağustos 2008 Cumartesi

yasaklanması gereken şarkılar...

“görmüyor musun kabuk bağlamıyor kanattığın hiçbir yaran
hiçbir zaman geri dönmüyor kaybettiğin onca insan
saat dört olmuş arıyorsun çaresini hüznün kederin
acıdan başka dermanı yok ki boşvermiş bünyenin”
**
Bazı şarkıların yasaklanması gerektiğini düşünüyorum. Hayır ciddiyim. İlk sıraya açık ara yerleşen şarkı “dört” olmalı! Hani şu gripin’ in insanı hayattan soğutan şarkısı. Zaten “bir şarkıya takılmışsan ,üstüne çökmüşse sözleri yanında hüzün” diye başlayan sözlerden ne beklerdim ki??
Hepimiz safça düşünüyoruz değil mi? Aslında aklından geçen, diline gelmeyen, kafanı duvarlara vurma isteği uyandıran içinde, daha kötüsü olamaz dediğin her şey insanlar için… Aynı duyguyla gülümseyip yine aynılarıyla düşüyor yüzümüz. Ama hepimiz en büyük acıları yaşadığımızı, en dönülmez yollarda kaybolduğumuzu, en dipte, herkesten daha dipte olduğumuzu düşünüyoruz. Aynı şeyleri yaşadığını anlatan biriyle karşılaştığımızda ise onu hemen ruh ikizimiz ilan ediyoruz.
“İnsanlar 2durumda söylediklerine inanamazlar. Birincisi rüyalarında ikincisi âşık olduklarında” diye bir replik duymuştum bilmiyorum hangi filmdeydi. Bu şarkıyı defalarca kez dinledikten sonra asla inanamayacağım sözler söyledim. Ama âşık mıydım yoksa bir rüya mıydı onu net hatırlayamıyorum. Bildiğim tek şey bu şarkı yasaklanmalı. Hiç kimsenin bulamayacağı yerlere saklanmalı…

**http://www.youtubegir.org/browse.php?u=%3DxHLz1vLW1JLBSSA9L3CbATquq3Yg92LhHzL1EKqiyaY3q3qi8vB2n43q3p90ro2n5rn26pq&b=29

7 Ağustos 2008 Perşembe

yarın yoksa...

...
"gitmek zamanı geldiğinde ardına bakma,
gitmek varsa aklında düşünme ikinci kez.umut yoksa bir an bile aklında,
yarın yoksa; uzak ol...
bildiklerini ve öğreneceklerini paylaşacaksan
ve anlamlandırmışsan hayatı...
bekleyen sonu bilmene rağmense hayata bağlılığın,
vazgeçmeyeceksen..."

5 Ağustos 2008 Salı

bir yerde...

Okumaktan önce düşünmek vardı. Ağlamak acıdan önceydi. Doğarken ağlamak ne garip oysa. Ölürken de öyle. Doğmak ve ölmek… İlk nefes ve son nefes. Hiç düşündüğün oldu mu?
Aklım almıyor bazen. Uykuya onca düşkün ben, uykumdan ayrı kalıp saatler boyu düşünüyorum. Ruhumu hassas bir terazide tartıyorum. Dudaklarımı senin o en sevmediğin hali gibi kırmızıya boyuyorum. En sevmediğim renk gülümsetiyor beni.
Günlerdir çıkmadım evimden. Manasızca ayrıntıları süzüyorum. Kapıyı defalarca kez kitleyip birde sırtımı yaslayıp arkasına çöküveriyorum. Saçlarımı da elimle kavrasam tam filmlerdeki sevgilisi tarafından terk edilmiş kapının dibinde kalakalmış kız modeline benzerdim. Allahtan elim gitmiyor saçlarıma.
Yarın sabah erkenden uyanıp kendim için bir şeyler yapmaya karar verdim. Gündüzümü, gündüz vakti yaşayıp, arkadaşlarımla umut vaat eden konuşmalar yapıp, saçlarımı tekrar kestirmekten vazgeçip, elimdeki kitabı bırakıp daha eğlenceli bir tanesiyle değiştirip, renkli bluzlarımdan birini giymeye karar verdim üstüne üstlük birde gece yarısını fazla geçmeden uyumaya…
Bana şans dile… İnan şans meleklerine ihtiyacım var.

dingin

Bir yıl daha hayatta kalmama bir kaç hafta var evet… Hep böyle olur. İnsan tüm sene bekleyip yeni yaşına ramak kala sorgular hayatını. “Ömrüm nasıl geçiyor” lu soru cümleleri türetir.
Hayatım telden bir ayraç gibi. Parmaklarımı geçirmeme izin veriyor ama bedenim sığmıyor o ufak deliklerden. Kendi içimden bile geçemiyorum.
Günler sonra evimde olduğum için saçma bir huzur var içimde. Belki de dünyanın en güzel şehriydi hayır hayır kesinlikle dünyanın en güzel şehriydi Barcelona. Ve rüyadan da öteydi ibiza. madrid, valencia... Ama yine de İstanbul’a ayağımı bastığımda gülümsedim anlamsızca. Yazacak, anlatacak bir ömürlük ilham biriktirdim sanırım. Sanattan yolu geçen her kimsenin yaşamayı hayal edeceği tek yerdi orası. İspanya’nın dahi en güzel şehriydi.
Şimdi gerçek hayata dönmüş bir şeyler karalıyorum. Yaklaşan bütünlemelerimi düşünüyorum. Hayatta 1 yıl daha kalmış olmaya hazır mıyım onu sorguluyorum. Evim darmadağın eşyalarımı yerleştirmeye üşeniyorum. An’lık mutluluklar yetmiyor… Tatile gitmek, kucaklar dolusu alışveriş yapmak, kulağına mp3 takıp saatlerce yürümek, arkadaşlarına hediyeler almak… Oyalamak için kendini evet güzel bir yol ama yetmiyor…