2 Eylül 2010 Perşembe

Ölüm korkusu, gereği yerine getirilmemiş bir yaşamın sonucudur yalnızca..




Çocukken karanlıktan korktuğum gibi ölümden korkuyorum, bunu fark ettim. Oysa Kafka şöyle diyor bir yazısında: “Yaşamı tümüyle anlayıp kavrayan kimse ölümden korkmaz. Ölüm korkusu, gereği yerine getirilmemiş bir yaşamın sonucudur yalnızca. Vefasızlığın bir dışa-vurumudur.”
İnsanlar hayatı farklı yorumluyor, burada hemfikiriz. “Yaşamı tümüyle anlayıp, kavramak” ne demek, bundan emin değilim. Ben yaşamı anladım mı aslında bundan da emin değilim.
Ölümü düşündükçe canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Ölünce boşa gidecek diye vazgeçiyorum. Alışveriş yapmaktan soğuyorum mesela. Ne olacak onca kıyafet, dolaplar taşıyor zaten…
İnsan çocukken ölümü düşünmez. İnsan çocukken pek bir şey düşünmez aslında… Ama düşünmeye başladığımdan beri benzer şeyler geçiyor aklımdan.
Hayatı boşa geçirmek içimde büyük bir korku. Hayattan yaş aldıkça kendime dönüp içime bakıyorum. Nereye geldim. Bir yaş daha aldım, sordum yine kendime, nereye geldim?
Öyle abuk sabuk korkularım yoktur. Haa! Yüksekten çok korkarım. Küçükken karanlıktan da korkardım ama şimdi karanlığı seviyorum, aramız iyi. Bir de ayrılmaktan korkuyorum sanırım. Bir şehirden ayrılmak, bir gruptan ayrılmak, aileden ayrılmak, sevgiliden ayrılmak…
Hayatta en sevmediğim şeylerden biri, bir şehirde geçirdiğim son gece. İnsan ne yapacağına bir türlü karar veremez ya. Bir ay boyunca her gün yaptığım şeyleri bugün canım yapmak istemiyor. Valizim sere serpe bir köşede duruyor, kıyafetlerim dağınık, kitaplarım, notlarım sonra… Tüm gün ne valizimi toplayabildim, ne sahile gidebildim, ne şehre inip etrafa bakabildim. Öylece durdum. Aslında bu benim sık sık yaptığım bir şey, öylece durmak. Boş ve amaçsız… Tam anlamıyla anlamsız… Özellikle sınav dönemleri kafamı kaldırmadan okumak zorunda olduğum o yüzlerce sayfa nottan sonra verdiğim kahve molasında hep yaptığım gibi…
-          Ezgi, iyi misin?
-          Evet.
-          Niye on beş dakikadır vazoya bakıyorsun?
-          Ne? Efendim?
Gibi…
Hasılı, hayatımda geçirdiğim en hareketli yaz tatilim bitmek üzere… Ne kadar üzgün olduğum apayrı bir yazı konusu… Döndüğüm gibi gerçek hayata tam göbeğinden devam edeceğimi bilmek hem huzur verici hem ürkütücü. Yeni kitaplar, derginin yeni sayıları, kariyer planları…
Ben şanslı bir insanım. Yirmi üç yaşımda her şeye sahip olmayı zaten beklemiyorum. Sadece yaşamın sessiz sedasız ilerlemesi bazen beni korkutuyor. Gereği yerine getirilmemiş bir yaşam fikri sanırım tam olarak… Neyse.

1 yorum:

Oda ve Duvar dedi ki...

İlk kez ölümden korktuğum anı hatırlıyorum, hem de çok iyi... On yedi yaşındaydım ve yaz sonu, sonbahar başı ve belki de tam da yine böyle bir Eylül günündeydi... İki yıl kadar önce, yaklaşık on bir yıl sonra yeniden dönmek zorunda kaldığım bu şehrin trafiğe kapalı iki caddesinin kesiştiği köşedeydi tam o korkunun iliklerime işlediği mekan...
Hayatı daha fazla anlayıp kavramaya ve belki de aynı anlama gelmek üzere daha fazla sorgulamaya başladığım zamanlarda...
Bütün hayatımı, hayatı anlamaya ve kavramaya adadım ve hep çıkışsız kaldım, anlayamadım. O korkunun ölme isteğine yenik düşmeye başladığı anlar da yaşadım ama neden hala yaşadığımı bir türlü anlamadım. Sonunda bir merak da karar kıldım, yaşamak, ne olacağına dair bir merak oldu benim için...
Son iki yıldır yüzlerce sayfa yazdım, kimi zaman sildim, kimi zaman sildiklerimi yeniden yazdım...
Bu satırları neden yazdım? İçini bilmesem de, belki bilmek de istemesem de, iki yıldır seni her okuduğumda, sana imrendim...
Umarım yıllar sonra da "gereği yerine getirilmemiş bir yaşam fikrin" olur... Zira içinde bulunduğun ana ve geçmişe baktığında, gereğini yerine getirdiğini düşündüğün bir ömür ne korkunç bir son olurdu öyle değil mi? Belki ölüm bu demektir ve evet, ölümden çok bundan korkmak gerek, gelecek ve geleceği yaşamak için...