9 Ocak 2011 Pazar

aşk.


Hayatımın hiçbir döneminde o dillere destan aşklardan payıma bir şey düşmedi. Ne Mecnun’un Leyla’sı, ne Romeo’nun Juliet’i oldum. Piraye’sine, “Ben senden önce ölmek isterim” diyen Nazım’lar girmedi hayatıma. Ve hayatımın hiçbir sabahında burnumda kahvaltı kokusuyla uyanmadım. Bir insanın “her şeyi” olmadım. Ne kapıma bir gün olsun çiçek geldi, ne de posta kutuma bana derin duygularla yazılmış mektuplar…

Bir insanın aşk için nelerden vazgeçebileceğini hep kitaplardan okudum, sergilerde tanıştım büyük kalpli insanlarla… Dali şöyle diyordu kalbindeki sevgiyi anlatırken: “Hayatımda aldığım en büyük darbeydi. Ona tapardım… Ruhumun kaçınılmaz kusurlarını görünmez kılabilmesine hep güvendiğim bir varlığın kaybını kabullenemiyordum." Gala’nın ölümüyle birlikte yaşamak için bir sebebim kalmadı artık diyordu Dali, o benim karım, ilham perimdi… Gözlerime yaşlar dolmadan bu satırları okuyamıyorum. İçime büyük bir boşluk doluyor. Kıskançlık desem değil, yalnızlık desem değil, belki biraz haksızlık diyorum içimden... Neden diyorum, neden bu hayatta herkes o derin hisleri tadacak kadar şanslı değil.

Bu dünyada birileri çok sevildi ya da seviliyor… Paris, Helen’de muhakkak bir şey buldu. Truva’nın tarihini değiştiren bu aşk tesadüf olamaz… Titian’in, Urbino Venüsü’nü çizerken aldığı ilham somut bir güzellik olmak zorunda değil mi? Peki Napolyon'un Josephine'i, Dante’nin Beatrice’si, Sartre’nin Simone de Beauvoir’i, Justinyanus’un Teodora’sı? Sezai Karakoç’un “Bir bakışın ölmem için yetecek” dediği Mona Roza’sı sonra… Barbie’nin bile ondan başkasını gözünün görmediği Ken’i…

Kalbim acıyor bazen, bazen elimde olana şükrediyorum, bazen düşümde büyük aşklar kuruyorum sonra kendime hemen başrol’ü veriyorum. Bazen de diyorum ki, nasıl bilebilirim kimsenin hayatını değiştirmediğimi? Belki birilerinin uykusunu böldü benim fikrim, uzun mektuplar yazıldı ama benim elime varmadı… Belki bir kitaba, bir şiire, bir tabloya ilham oldum ben de. Ve belki de benim için de dünyayı ayağıma serecek insanlar geçti yanı başımdan, ben görmedim. 

Olamaz mı? Olabilir… Evet, böyle düşününce insan canı daha az acıyor… 

3 Ocak 2011 Pazartesi

Malta'da Türk olmak

Malta’da Türk olmak alışması zor bir duygu…
Bir Akdeniz adası düşünün, yıllarca farklı milletlerin boyunduruğu altında kalmış, bir yerden sonra kendini ispatlamış, her milletten, her dilden kendine bir şeyler katmış, küçücük, hem sevimli, hem sizden çok farklı, hem biraz sizin gibi ama bir o kadar da alışması zor, hepi topu üç yüz kilometrekarelik bir ülke…
Yıllarca insanları kültürlerle etiketlememek gerektiğini savundum. Bu büyük bir yalan! Bir insanı kabul etmek onun kültürünü kabul etmektir… Ah ne kadar güzel yeni kültürler tanıyayım, dost olayım, âşık olayım derseniz işte orda biraz durup düşünmek gerekiyor.
İlk olarak sizin onlarla bir geçmişiniz var, bu Osmanlıya dayanan bir çekişme ve Türk olduğunuzu öğrendiklerinde anlamsız bir zafer gülümsemesi gelip yüzlerinin en orta yerine yerleşiyor. Sonuçta sizi yendik diyorlar, ‘Bira Markası’ olarak Osmanlı’yı yendikleri tarihi seçiyorlar… Tartışma uzayıp gidince de neyse ne hadi eğlenelim diyip konuyu kapatıyorlar. Sanki eğlenmekten başka yapılan bir şey varmış gibi…
Burada işler yürümüyor, İstanbul’a döndüğümde asla bürokrasiye sinirlenmeyeceğim. Bir iş başvurusu için aylarca cevap beklemek çok olağan, kendini hatırlatan bir mail attığındaysa “Aaa haftaya bir gün gel işte” şeklinde bir cevap almansa kuvvetle muhtemel… Bu bir Akdeniz kültürüdür aslında, İtalya’ya da gitsen, İspanya’ya ya da Portekiz’e de gitsen farklı bir şey göreceğini sanmıyorum. Lakin Türkiye kötünün iyisi, bunu tecrübeyle sabitledim.
Yaşadığım en büyük zorluk duygusal anlamda oldu bunu itiraf etmeliyim… Gördüm ki bizim bir kalbimiz var, bizim özümüzde kötülük yok… Burada sahip olduğunu sandığın şeyler için iki kere düşünmelisin, sahip olduğunu sandığın özgürlük, sahip olduğu sandığın arkadaşlık ve sahip olduğunu sandığın sevgilin -eğer varsa-… Çünkü arkanı dönüğünde hiçbir şeyi bıraktığın yerde bulamıyorsun. Sen on metre uzaklaşmışsın ve sahip oldukların çoktan başkalarının olmuş bile, geç kalmışsın… Tuhaf olan bunu modernlik olarak açıklamaları ve kazara bir yorum yaptığında senin az gelişmiş Türk etiketiyle orada kalakalman hatta ve hatta donakalman…
Okulda tek Türk öğrenci benim. Sabahları ilk ders konuşma dersi, yani herkes kendi ülkesiyle ilgili günün konusu üzerine konuşuyor. Her nedense her konu başlığı istisnasız Türklerin misafirperverliği ve karşılıksız iyiliklerine çıkıyor. Bunu yemin ederim ben çekmiyorum oraya, sınıfta tartışma hep bu yöne kayıyor… Yemek sonrası on tane de çay içseniz sizden para almıyorlar diye gözleri bir karış açılmış halde anlatıyor Rus öğrenci mesela. Alman olan ise Türk’lerin itibarı her zaman ağırlama üzerinedir diyor ve ekliyor, bilirsiniz ki Almanya’da bir Türk evine gittiğinizde hayatınızın en güzel deneyimini yaşayacak ve size çok yakın da olmayan bu insanların sebepsiz sizi ne kadar sevdiğini göreceksiniz…
Ben bir Türk’üm. Hiç öyle fazla milliyetçi bir damarım yoktur, tarih kavgalarında lafa girmem ve yenilgilerden bahsedildiğinde boynumu bükmem. Ama özümde ben bir Türk’üm. Burada bir bayram sabahı tek başıma olmanın verdiği hüznü onlara açıklayamadım. Valizimin bir köşesine kahve fincanımı ve cezvemi koyduğum için zaman zaman şükrediyorum ama onlar bu kahveyi pek sevmiyor, olsun. Bu kahve birlikte içilir diyorum, fincanını alıp tek başına içmezsin, gülüyorlar…
Bazen öyle bir an geliyor ki bana tarifsiz huzur veren bir yazıdan, bir şiirden herhangi bir dize geliyor dilimin ucuna. Bazen gülüyorum, bazen ağlama eşiğine geliyorum. Ne oldu dediklerinde bak aklıma bu geldi diyemiyorum, başka dilde edebiyat lezzet vermiyor demekle yetiniyorum. Başka dilde okumak, başka dilde anlatmak, başka dilde âşık olmak biraz eksik kalıyor. Başka dilde kalbin kırılıyor zamanla… Tüm ömrünü harcayıp geldiğin yeri bırakmışsın gitmişsin, gecenin bir vakti en yakın arkadaşından bir telefon geliyor, Ezgi dön artık diyor, burada her şey eksik… Hayatımın arafta geçtiğini düşündükçe ben ne yapıyorum demekten kendimi alamıyorum. Buradayken bir yanım hep orda ama ordayken hep burada olmayı hayal edip yarım hissettim... Gittiğim her yerde bir özlem götürüyorum içimde, hep eksik kalan bir parça var, yeri dolmayan…
Annem bana büyümeye başladığımda edepten bahsederdi, biz kız büyüdükçe bir hanımefendi olmalı derdi. Ben o yıllarda büyük bir özenle dinlemezdim ama hayatımdan yaş aldıkça hep dikkat etmeye çalıştım yeterince ahlaklı mıyım diye… Bazen hatalarımda kendimi yargıladım. Ve komik olan hiçbir zaman ahlakımı yeterli görmedim, hep fazlası için kendimi törpülemeye çalıştım. Şimdi görüyorum ki, biz çekirdekten çok düzgün yetiştiriliyoruz. Bazı değerler okulda öğretilmez, bazı değerler kültürdür, yaşadığın ülkeden, çevrenden, ailenden alırsın ve bunun farkına bile varmazsın… Daha yeni yeni anlıyorum. Bir kültürün ne demek olduğunun, küçük gibi görünen bir kelimelik farklılığın ne büyük bir uçurum olduğunu gözlerimle görebiliyorum…  
Tuhaf olansa bunun için kimseyi yargılayamazsın. Senin için doğru olan herkes için doğru olmak zorunda değil. Senin bir kalbin olması, insanlara verdiğin değerin büyüklüğü kimseyi az sevmekle suçlamaya yetmez. Ahh bu ne denli göreceli bir kavram ve istemek sahip olmak için yetmiyor neden…