23 Eylül 2011 Cuma

notlar III


Ellerim titriyor beklerken. Bir ses dersin ya, ne olduğu fark etmez bir ses duysam. O ses gelmez. Gözlerini kapıdan alamazsın. Hiç bu kadar yok olmak istediğin olmamıştır. Aynı anda sessizliğe şükreder ve bir tek kıpırtı için ömrünü vermek istersin. Ne gidilir bu nokta da ne de nefes alınır kaldığın yerde.



Yağmur yağmaz sonra. Balkona çıkar sokağa bakarsın, kimse geçmez. Kitabını, kalemini, kâğıdını alır ve aslında birbirinizden ne derece farklı olduğunuzu kendine ispat etmeye çalıştığından listeler yaparsın. Sonra mutlu olmak için ne çok sebebin olduğunu yazarsın uzun uzun. Seni gülümsetmeye yetmez. Küçük bir evin vardır, kurduğun hayatın, düzenin vardır ama kardeşin yoktur yanında mesela, mutlu olma listelerin anlamını yitirir. Keşke yağmur yağıyor olsa, keşke gece simsiyah karanlık olsa, keşke şarkılar ona yazılmış olsa, keşke yere oturmuş kareleri sayarken bir yıldız kaysa, keşke ona yazdığın yazıları anlayabilse… Hiçbiri olmaz. 
“özlemin azı çoğu olmaz / ağırdır işte!” 
-painting: melia newman-

15 Eylül 2011 Perşembe

göl evi


"Nerede değilsem,
Orada iyi olacakmışım gibi geliyor bana..."
C. Baudelaire

     Bir göl evi... Hiçbir şeyin ortasında, perdeleri olmayan bir sabahta gözünü açıp soğuk bir sabaha uyandığın bir göl evi…
     Eğer şanslıysan karla kaplı yollar… Öyle ki, bırakmak bile istesen gidemezsin. Yarı donmuş göl manzarası, elinde şekersiz kahve, kucağında kitabının taslağı, onlarca kez okuyup yenilediğin cümlelerinle tek başınasın. 
     Defalarca izlediğin filme yeniden gidiyor elin “closer”… Belki yüzlerce kez dinlediğin şarkıya bir şans daha veriyorsun, “the blowers doughter”. Ama yine de acıtıyor o ses seni. Fark eder mi? Etmiyor…
     Bir rüya gördüm. O göl evinde, karla kaplı bir sabahı… En sevdiğim kitapları seçip koymuştu biri yanı başıma. Unutmak istediğim ne varsa hafızamdan silinmişti. Duvarlarda en çok güldüğüm, en çok ağladığım günlerden fotoğraflar vardı. Büyükbabamın resmi vardı sonra. Onu hayal meyal hatırlıyorum, bir sabah annem beni uykumdan uyandırıp gidiyoruz Ezgi demişti, ağlıyordu çoraplarımı giydirirken. Bilmiyordum nereye gittiğimizi, uzun bir yoldu. Babam sessiz, babam düşünceliydi. Ben belki 7-8 yaşlarındaydım. Anlamamıştım o gün cenaze sessizliği nedir. Çocukken anlamıyorsun kaybetmenin ne olduğunu öyle ya…     
     Sonra göl kenarında koşturan o küçük kız çocuğu… Saçları uzun, saçları benim gibi kıvır kıvır bir minik kız çocuğu. Yürüyordum arkasından… Hiçbir yüzü görmek istemedim onu görmek istediğim kadar. Sanki zaman yavaştı, sarıldım arkasından, ne sesi, ne yüzü değdi bana. Yürüdük eve doğru… 
     Bir hayale bağlanmaktan korkmak ne garip… Tüm cesaretimi toplayıp bir hayale bağlanıyorum her şeye rağmen. Bir göl evi… İskele kenarında güneşlenip, akşamları balık yediğim, Camus okuyup sıcak şarap içtiğim bir göl evi. Şanslıysam bazen kar yağsın istiyorum…
     Nerede değilsem, orada iyi olacakmışım gibi geliyor bana… 
     Ve sonra o yüzü yüzüme değmeyen küçük kız benim olsun istiyorum. 

-fotoğraf: sabina tabakovic-

10 Eylül 2011 Cumartesi

gülümsemeler..



Öyle bir an geliyor ki, susuyorsun. Sanki konuşmak istesen dilinden tek kelime çıkabilecekmiş gibi. Görmek istesen gözün güzelliği görebilecekmiş gibi. İşte öyle zamanları toplayıp sana bir ben biriktiriyorum. Çocukluğumun en masum gülümsemelerini kimseye elletmiyorum, sana aitler. 
Beklemek... Ne zor bir kelime... Olur ya elin gider kâğıda, kaleme. Yazamazsın. Yazarsın, kendine bile okuyamazsın. Özlemekten utandığın oluyor mu? Bu ne biçim yangın dediğin? Gözümü kapasam da bir gün daha geçse dediğin mesela?
"Allah sabredenle beraberdir" diyor ya kitap, korkumdan sabrettiğim oluyor. İçim içimi kemirip de sabrediyormuş gibi yaptığım bazen. Sanki ellerim yetermiş gibi duygularımı kapatmaya. Yetmiyor… Gelecek derdim sana... Güzel günler gelecek, bu korku neden? Ne var ki, geleceğin daha fazla karanlıktan başka vaadi yok. 
Sana uzun uzun susuyorum, zaten konuşmak istesem de dilimden tek kelime çıkmıyor… 
Lakin o gülümsemeler, hala sana aitler…

-fotoğraf: sabina tabakovic-