16 Aralık 2008 Salı

gölgen

Yalınayak koşmak gibi.
Gözlerini sıkı sıkı kapayıp yolunu aramak gibi el yordamıyla.
Sus desen susardım oysa.
Elini gizlemesen de heybene, gülüşünü sıyırmasan da bakışımdan, mavinin en sevmediğim tonuna sığınmasan da sus desen, susardım…
Sudan bir beden şimdi.
Sağır ve çelimsiz.
Bakışlarını çek demek yetmez! Bakışlarını götür bedenimden.
Konuşuyorsun burada.
Kendine konuşuyorsun, sessizliğe konuşuyorsun.
Kim olduğunun farkında değilsin.
Beni tasavvur ettiğini sanman? Koyverdim!
Sen kendinden bihabersin…

13 Aralık 2008 Cumartesi

gökyüzünü avuçları içinden toplayan iki çocuk

Ellerini uzandığı kadar açtı uyanınca. Gözleri kapalıyken henüz, sesi olduğundan çatallıyken üstelik, parmaklarını birbirinden tüm gücüyle ayırarak gerdi bedenini. “İşte hissedebileceğim en soğuk sabah!” dedi. “Sıcak bir kahve içmek için, elimin altındaki polara sarılmak için, canımın tropik meyveler çekmemesi için en uygun sabah… “
Yaşına göre cılızdı biraz. Sıradandı boyu posu. Özensiz giyinir, saçlarını bal rengi tokasıyla derler, gevezelikten pek haz etmezdi.
Doğruldu yatağında. En sevimsiz sesiyle ve bir o kadar yüksek sesle bir şarkı söylemeye başladı. İki kelime söylüyor biraz haline gülüyor sonra devam ediyordu. Tek hamlede ayaklandı. Suretini yadsıyan bir bakışla -ama aldırmadan- devam etti yarısını kafasından uydurduğu sözlere. Hızlıca giyindi ve sokağın başındaki küçük motosikletine varana kadar mırıldanmaktan vazgeçmedi. O hep beğenip durduğu çocuk “bir vespa için neler vermezdim” dedikten hemen sonra ilk işi olmuştu bunu almak. İlginçtir ki çocuk için heyecanlanmamıştı o koltuğa oturduğunda heyecanlandığı kadar. Üstüne üstlük bir oh çekmişti, sadece motora sahip olduğundan için.
Ağır ağır yola koyuldu. Sahil yoluna döndü. Hissedebildiği en soğuk sabah da olsa, derinine çektiği nefes genzini dondurmadı. Masala sığınmasına anlar kaldığından bihaber seyrine doyamadığı denize baktı. Gözüne saniyenin onda birinde ilişen o yüz iyiye mi işaretti?
Birbirlerini yol kenarında buldular. Kuşkusuz şanslarının günüydü. Avuçlarının içinde gökyüzü bulunuyordu. Kaderin bir hediyesi. O zaman neden yarını düşünsünler idi.
Boyu kızdan biraz uzundu. Saçları biraz dağınık biraz sıradanlıktan uzaktı. Gözlerini bir tek an ayırmadılar birbirlerinden. Öyle ya kaderin bir hediyesi değil miydi o an? Diline dolanan şarkıya devam ederken gülümsedi yeniden. Kafasından attığı sözleri düzeltti çocuk. Hızlı hızlı indiler yokuştan aşağı. Ahşap eve saklandılar. İkisi de henüz çocuklardı. Birbirlerini yol kenarında bulan... Uzun uzun anlattılar susmadan… Gökyüzünü avuçlarının içinden topluyorlardı, aynı kaderlerini topladıkları gibi. Yarını düşünmekten vazgeçip…
Sessizlik bozuldu çoğu zaman. Bakışları soğuğu kırmış yanaklarını bile kızartmıştı. Kim olduğunu anlamaya çalışırken, onun bir hediye olduğunu da düşünüyordu aynı anda. Hayallerinin şehrinde bir teras katındaydı şimdi. Gözlerinin kaçırarak baktığı bir çocuktu duran karşısında. “Yarın” dediğinde çocuk kıza, “yarın ayrılıyorum şehirden” dediğinde kırmızı yanakları buza bulanmış gibi ayrıldı renginden. Gün bitiyordu acımasızca. Şanslarının günü bitiyordu. Her biri kendi yoluna devam etti. Kaderi selamlayarak. Geldiği yere döndü, bulutların içine, kız yürüyerek dönmeyi seçti. Ne olduğunu anımsamadan, nasıl geldiğini hesaba katmadan öylece sessiz yürüdü yol boyu. Yarım şarkısına aynı yanlış sözlerle devam etti.

1 Aralık 2008 Pazartesi

ılık ruh


Yıllar sonra bir mesajla irkilmek nasıldır? Çocukluğundan bir izle karşılaşmak mesela. Bir sesle, bir kokuyla, bir yazıyla, çatı katında unutulmuş bir kutuyla belki… Düşünsene yıllar boyu görmediğin bir arkadaşınla ya da. Hesapta olmadan çat diye yüz yüze kalmak.

Eskiden kalma her şey saçma bir güven verir insana. Çocukluk arkadaşlarını sevdiğin gibi sevemezsin yeni gelenleri örneğin. Bin kat güzel olsa da yeni aldıkların, eskisine kıyamazsın. Saçma sapanda olsa bir anlamı vardır hep.

Hayatım boyunca yaşadığım en büyük mutluluklar büyük üzüntülerimin hemen ardından geldi. Ve neden hepsinin ortak özelliği gökten zembille inmeleriydi. 10saniye önce ağlamaktan şişen gözlerime hediye gibiydiler. O yüzüme sert kapanan her kapının ardından inanamayacağım bir başkaları açıldı. Kişisel gelişim zırvalıklarına inanmayan bir kimse olarak kendime telkinlerde bulurken yakaladım kendimi.

Çocukluğumdan kalma bir hediye tutuyorum avucumda. Henüz kıymeti anlaşılmayan, şakası gerçeğinden ağır basan, sessiz sedasız pek bir naif duran avucumda ama gün gibi aydınlık olan bir hediye…

23 Kasım 2008 Pazar

ıssız...


Issız adam’ı izleyip darmadağın olmayan insanlar bir şeyleri eksik yaşamış gibi geliyor bana. Her duygudan nasibini almış biri olarak belki zamansızdı bu sahnelerle yüzleşmem ama sorgulamayı geciktirmek neyi değiştirirdi ki?...

*
İnsanlar doğar. İnsanlar yaşar. Yaş ekledikçe ömrüne her şeye anlam yükler bu doğru. Ama geriye baktığında ne kadar pişmanlığın birikiyor bunu sorgulamak çok cesaret gerektiren bir durummuş, çıkarken filmden bunu anladım. Hemen her gün yürüdüğüm caddede anlamsızca yürürken anlayabildim ancak. Kargasekmez bir ruha bürünmüştü binlerce insanın varlığına rağmen sokaklar. Aklımdan tek kelime geçmedi. Sonra binlercesi geçti. Sonra sesim derinimde gizlendi, ardından sesim sığmadı içime.

*
İnsanlar hayal eder. İnsanlar vazgeçer sonra… Hayallerimden ne zaman vazgeçtiğimi düşünüyorum. Hani reklamda da diyor ya. Çocukluğumda hayalini kurduğum ağaçtan evi bulmaktan, sırtımda 2parça giysimle bilmediğim bir şehre gitmekten, yağmur altında dans etmekten, eskiden yaptığım gibi sokakta kahkahalara boğulmaktan en önemlisi güvenmekten ne zaman vazgeçtim? Âşık olmaktan ne zaman vazgeçtim ben?

*
İnsanın bir tek kendine gücü yetmiyor öyle değil mi? Başkalarına söyleyebildiği kadar kolay dökülmüyor yalan cümleler dilinden. Ama çoğu zaman dürüstlük de para etmiyor. Düşündüm de henüz yeterince geç değil… Hayallerime ve fazlasına hala yetişebilirim belki de… Issız kalmak için belki de henüz çok erken…



11 Kasım 2008 Salı


“Başarılı gençler” bir kitap projesi olarak başlayan, şuan internet üzerinden yürüyen bir platform. Kendi alanında başarılı olmuş gençlerin röportajlarına yer vererek hem teşvik ediyor hem de insanların onları daha yakından tanımasını sağlıyorlar. Nisan 2008 de kurulmasına rağmen çok hızlı büyüyen ve okur kitlesi kazanan bir proje aynı zamanda. Genç köşe yazarlarının yetişmesine ve yürüttüğü yarışma projeleriyle genç seslerin duyulmasına imkân veriyorlar. Detaylı bilgi için www.basariligencler.com/ adresini ziyaret edebilirsiniz.
*
Başarılı gençler editörü, benimle de röportaj yapmak istediğini söylediğinde çok gururlandım öncelikle. Adı Yok Dergisi Editörü olarak uzun uzadıya sohbet ettik. Dergi’den, projelerimizden, kişisel hayatımdan… Sonrasında bu güzel metin çıktı ortaya. Bir kez daha teşekkür ederim. Röportaja aşağıdaki link üzerinden ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar.
*
** http://www.basariligencler.com/adi-yok-dergisi-editoru-ezgi-harmanci-gonul-isidir-yazmak.html

4 Kasım 2008 Salı

vakti gelmemiş miydi?


Yenilenmek… Adeta kökünden su aldıktan sonra eski dokularını terk eden bir bitki gibi…
Buna hayatımın her dönemi ihtiyaç duydum ve birçok kez yapamadım… Ama bu gücü şuan kendimde bulabiliyorum. Eskiye kıymak zordur. Her şeyin anısı vardır. Atamazsın, kaldıramazsın ve bir zaman sonra yüküne katlanmak zorlaşır…
Tıpkı bugün olduğu gibi. Derin bir nefes aldım bugün uyandığımda. Telefon rehberimi, kıyafetlerimi, kitaplarımı, ayakkabılarımı, kıyamadığım ne varsa sadeleştirmeye karar verdim. Ve en zoru insanları sadeleştirmek olacaktı bunu bilerek bir adım daha attım güne.
Ruhuma ağırlık eden ayrıntılardan sıyrılmak için geç kaldığım her gün enerjimden çalıyorum bu doğruydu…
Gereksiz şeyler yapmamak, zamanımı çalan konuşmalardan uzak durmak ve kafamdakileri yazabilmek için dinginleşmekti ihtiyacım...
Sence de vakti gelmemiş miydi??...

16 Ekim 2008 Perşembe

+ çünkü başımı yastığa koyduğumda tek kelime düşünemeyecek kadar yorgun olmalıyım...
- ama bu delilik...
+ bunu yapmamak deliliğim olurdu... işte tam bu yüzden okuluna git, kurslara yazıl, dans et, yağmurda ıslan, kulaklarını kapat ellerinle, geceleri geç dön evine... yorul ve usulca uyu. böylece akıl acı çekmez... uyur bir ceset gibi...

11 Ekim 2008 Cumartesi

11 Eylül 2008 Perşembe

geç kalmış bir hediye...

Saçları kirpiklerine dökülen bir kadındı. Yaklaşmaya korkutan cinstendi güzelliği… Şairlere ilham verecek bir tazeydi. Gençlik tehlikelidir derler ya… Tehlike ancak bu olabilirdi…

Yedisinde öğrendiği harflerle kurduğu cümleler bir ömür ona ne verdi… Aynadaki suretinde ne gördü. Soruları yollarını çizdi. Yanıldı yeni yollardan yürüdü.
Yirmi birinde çocukluktan arındı, annelikle tanıştı. Yüreği ağzında atmaya başladı. Bilinmedik bu duyguya kapıldığında insan olduğunu anladı…

Seneler geçti üstünden. Annem olduğunu hissettiğim zamanın üstünden seneler geçti. İlk ne zaman fark ettim, ne hissettim hatırlayamam belki ama gülümsemiş olmalıyım kundakta bebek iken..

Bugün neden kalbimden her acı geçtiğinde onu arıyorum, göğsünde uyumak istiyorum. En büyük sorunları bile çözebilir çünkü. Beni kimselerin sevemeyeceği gibi sarmalar yüreğine.
Yirmi birime yeni girdiğim bu aralar gözlerim daha çok dolar oldu. Yerli yersiz çocukluklar yapıyorum. Çocukluktan arınmaya, annelikle tanışmaya öylesine uzağım ki ve de…

Geç kalmış bir hediye bu. Yıllar geçtikçe, yüzüne yerleşen çizgiler gibi değil… Bunca yıla rağmen masum kalan yüreğine küçük bir buse sadece… Hala her kalbim acıdığında andığım bir yürek O. Onun bedeninde bulduğum huzuru bugün hiçbir günümde bulamadığım bir melek…

İyi ki doğdun canım annem…

6 Eylül 2008 Cumartesi

rest

Hayallerinin peşinden giden insanlara imreniyorum.
Her şeyi ardında bırakıp dünyanın diğer ucuna yerleşen mesela… Kendi kültürüyle harmanlayıp yeni bir “ben” kuran kendi içinde…

**
Dün gece şahit oldum buna. Hayır ütopik değildi… Sadece cesur bir adım gerektirmekteydi. Ve kendimi düşündüm.
Yıllar sonra Barcelona’nın La Ramblas’ında küçük bir teras katında, avukatlık diplomamı bir çekmeceye kaldırıp sanat için yaşamak dedim kendime. Yaşama amacım ofisimde oturup, gelen dava dilekçelerine bakmak değil.
En azından salt bu değil...

28 Ağustos 2008 Perşembe

kriminal denemeler ll (üç iki bir!)

- Ölü balıklar yüzüyor. Elime yüzüme değiyor. Yakınıma değin. Alaca renkte biri. Gözleri açık üstelik üzerime geliyor… Gelmeyecek demiştin. Belki de ölmeyeceğine dairdi vaatlerin. Belki de…

**şak şak şak !!

- Her defasında kaskatı olmaktan ürküyorum. Sence bir yere varabilecek miyiz?
- Denemekle bir şey kaybetmeyiz…
- Denemekle? Kaybetmek… Kulağımı tırmalıyor. Tamam, tekrar tekrar ‘deneyelim’ o zaman...

Yürümeye başlamak nefes almaya başlamak gibi. Film sahnesinden kopmuş gibi bir yolda yürümek üstelik. Herkesin iki katlı müstakil evlerinin olduğu, aradaki geniş yolların üstünü ağaçların kapadığı amerikan filmleri… Başında ince beresiyle arkadan yürüyüşünün çekildiği jön de benim.

Herkese yetecek kadar susuyorum! Dilim çözülmüyor. Bıraktığım yerde bana bırakılmış yüzlerce mektup buluyorum. Onca uzağım dönmeye. Ölü balıklar görüyorum düşümde üstelik. Aynalara güvenim yok. "Orda gördüğüm her sureti kendim sanacak kadar aptal değilim!" Yağmurdan haz etmiyorum. Dolu yağsa daha gerçek olurdu. Sert inseydi mesela bir tanesi başıma. Başımdaki bereye rağmen hissetseydim. Başımı göğe çevirseydim refleksimle, ardından bakışlarımı devirseydim ayakuçlarıma.

Hipnoz denince çok gülüyorum. Beynimdeki fazla kıvrımlardan doğan sorularım için son çarem oysa. Gülmemeliyim.

Evimde hiç kapı yok. Kapı gitmek demek. Gitmeni istemiyorum ki. Bana sert sorular savurmandan yorulmadım. İntihar eğilimli ergenlik filmleri seyretmekten de yirmili yaşlarımın son çeyreğinde. Yanlış seçimler yapıyorum bu ara. Unutmam gereken insanları arıyor, ajandamdaki işleri erteliyor, Nietzsche kitapları çekiyorum kitaplığımın raflarından. İhtiyacım olan tek şeyin yüzeysellik olduğunu bile bile…

Herkese yetecek kadar suçluyum! Daha kötü düşler hak ediyorum. Daha karanlık yollarda uyuyabilirim. Önümü hiç görmeden de yürüyebilirim. Bir gece o şarkının sözlerini mırıldanırken belimdeki silaha gidebilir elim. Sana yöneltip kendimi vurabilirim. Ölmekten kötüler korkar öyle değil mi sevgilim? Ben kötü değilim…

Beynimdeki fazla kıvrımlardan doğan sorularım için son çarem... Tamam. Gülmüyorum. Ama uyandığımda kaskatı olmak yoruyor beni. Anestezi almak gibi… Gözlerimi kapatıp sayıyorum bir kez daha. Üç iki bir!
- Tamam, bu son! Ellerimi iki kez vurduğumda tekrar istemeyeceğim uyumanı. Sadece zihninden geçenleri anlat anlaştık mı?

**şak şak !

Ölü balıklar… Gözlerini neden kapatmadan yüzüyorlar? Alacalı sanki biri… Aklımdan geçenleri yapabileceğim bir dünya yok. Aklım düştüğü yerde kalır, eğilsem uzanabileceğim yer kolumla sınırlıdır.
Kanım donuyor. Kanım renginden sıyrılıyor gibi… Kanım diyorum…
Burası çok mu soğuk?
Üşüyorum…

23 Ağustos 2008 Cumartesi

belki bir koku...

“Hangi kurşun parçaladı gülüşünü?
Hangi ilmeğe geçirip astılar şefkatini…” (*)

Bana uzun cümleler kurma, anlayamıyorum. Aklım uzağıma düştü bu gece. Avucuma yemiş kabukları sıkıştırıp itilmiş bir çocuk gibi. Susma demiştim en son. Sustuğunda üşüyorum. Sustuğunda ben dilek tutamadan yıldızlar kayıyor…
O saatler boyu kendini izleten tablosunda olduğu gibi Dali’ nin, içimden çekmeceler dökülüyor. Sakladıklarımla yüzleşince korkuyorum. Saklamak yasak olsa ne iyi olurdu. Bir şey sindirilmeden yeni duyguya kapalı olsaydı ruh. Ne ütopik…
Bir yolda yürümek bir cümle kurmaktan daha kolay oysa. Ne tek kelime dökülüyor dilinden ne bir adım öteye gidiyorsun. Ne sakladığın ellerini gösteriyorsun ne de bana düşlerinden bahsediyorsun.
İçimden benler dökülüyor. Dedin ya yükseklere bakma. Yapamıyorum. Seninle aynı gökyüzüne bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Aynı dünyada yaşayıp ayrı dünyada solumak… Kaybettiğim tüm anılarım hatırımda bu gece. Uzun cümleler kurma bana sen yinede…
Tam da bu saatte çevirmeyi seviyorum başımı göğe. Oysa bakma dedin…
Bakıyorum… Bu gece ve her gece sende bakıyorsun. Ve biz belkide bile bile sadece o maviliği paylaşıyoruz. Salt bir renk, bir doku belki bir koku…

(*)Heinz Kahlau

22 Ağustos 2008 Cuma

ADI YOK 45 ÇIKTI !!


ADI YOK DERGİSİ İFTİHARLA SUNAR (:
SAYI 45 - BURDA MEVSİM YAZ!
Kâğıttan bir gemi yapıp güvertesine düşlerini kaptan tayin eden bir çocuk,
geceleri duvarlara yasak sloganlar yazan bir genç,
ninesinin kurabiyelerine hasret bir torun,
sevdiceğine papatyalardan taç yapan bir âşık,
geceleri evine uğramayan bir evlat,
inzivaya çekilmiş bir ruh, yolları mesken edinmiş bir gezgin…
Bunların hepsiyim. Ve hiçbiri.
Mevsimlere yüklemişim kalemlerimi, topraklarına düşmeyi beklemekteyim.
Adım, sanım yok.
Cismim fani.
Yıldır mevsimleri kovalıyorum, yamacına düşüyorum.
Ve daha yıllarca mevsim mevsim yağacağım toprağına.
Kartvizitim, teskerem, bombalarım, pankartlarım, kurşunlarım yok.
Diyecek sözüm, anlatacak hikâyelerim var.
Bütün bunlar için de elimde yalnızca kurşundan kalemlerim.
Oku beni!

18 Ağustos 2008 Pazartesi

"paramparça senfonik"

Aylardır hayalini kurduğum tek konser alelade bir Teoman konseriydi. Şansıma sıradanlıktan en uzak olanı geldi. Senfoni orkestrası ve Açıkhava birleşince eşsiz bir Teoman performansı izlemek şaşırtıcı olmuyor elbette…
İbrahim yazıcı yönetimindeki orkestra rüya gibiydi. 1buçuk saat kadar süren konser beklenenden kısa sürdü. Teoman’ın genel anlamda şarkıların sözlerini unutması ve yanlış yerde şarkılara girmesi de olmasaydı daha mı güzel olurdu bilmiyorum :)

*
Harbiye’nin en güzel yerine kurulan Açıkhava sahnesinde daha önce bir konser izleme fırsatım olmamıştı. En güzel başlangıcı yaptım fikrimce. Benim sol yanım dışında 1tane daha boş koltuk yoktu. Çakılı doluydu konser alanı. Siyahlar içindeki orkestranın aksine beyaz smokinle sahneye çıkan Teoman’ın ilk şarkısını tamamladıktan sonra kurduğu ilk cümle “fazla tshirt ü olan var mı?” oldu. Yüzümüzü güldürmeye yetti selamlama cümlesi. Zaten ceketinden başlayarak neredeyse her şarkı da bir şeyler çıkardı üstünden.

*
Mavi mavi diyerek başladı 2.kez söylediği 17 şarkısıyla bitirdi konserini. İstasyon insanları, paramparça, gönül çelen, renkli rüyalar oteli, sürpriz, zamparanın ölümü, İstanbul da sonbahar, iki yabancı gibi şarkılarını hayatında ilk kez bir orkestranın parçası, solisti olarak seslendirdi.
*

Şebnem ferah’ın senfoni orkestrasıyla olan konserini kaçırdığım için hala üzülen ben bu konsere şahit olduğum için mutluyum oldukça… Umarım bir 3.sü gripinle gerçekleşir…

12 Ağustos 2008 Salı

iyiye yakın

Güneş çat diye gözüne doğar ya, yani öyle gelir uykunda sana. Ama güneş benim tam gözümün içine doğdu bugün. İlk kez sinirlenip panjurlarımı kapatmadım. Sinirlenip uyku gözlüğünden yardım alıp uykuma devam da etmedim. Balkonuma çıkıp yalınayak sokağı seyrettim. Biraz gülümsedim. Biraz içim serinledi, biraz soğukkanlıydım, biraz inancım vardı iyiliğe…
Aylardan beri uyuklarken minik bir buseyle hayata dönmüş gibiydim biraz… Bir günde onarılacak kırıklar değil biliyorum ama öyle diyor ya şebnem ferah’ta “bugün güzel bir gün demezsem nasıl yaşarım…?”
Bugün güzel bir gün. Bugün yağmur bile yağsa gökkuşağı çıkar ardından. Bugün rengârenk düşler görüyorum gözümün değdiği yerlerde. Bugün hiçbir çocuk üzülmüyor gibi hissediyorum. Anlam yüklemeden bakıyorum etrafıma ve insanlardan beklentilerimi yok denecek kadar aza indirgiyorum bugün…
Balıklarım uyuyordu ben uyandığımda. Tek tek konuştum onlarla. Sessizdim. Uzanıyorlardı boylu boyunca. Biraz tedirginlerdi. Gözlerinin açıklığını ona yordum.
Sahi, balıklar gözü açık mı uyur?

9 Ağustos 2008 Cumartesi

yasaklanması gereken şarkılar...

“görmüyor musun kabuk bağlamıyor kanattığın hiçbir yaran
hiçbir zaman geri dönmüyor kaybettiğin onca insan
saat dört olmuş arıyorsun çaresini hüznün kederin
acıdan başka dermanı yok ki boşvermiş bünyenin”
**
Bazı şarkıların yasaklanması gerektiğini düşünüyorum. Hayır ciddiyim. İlk sıraya açık ara yerleşen şarkı “dört” olmalı! Hani şu gripin’ in insanı hayattan soğutan şarkısı. Zaten “bir şarkıya takılmışsan ,üstüne çökmüşse sözleri yanında hüzün” diye başlayan sözlerden ne beklerdim ki??
Hepimiz safça düşünüyoruz değil mi? Aslında aklından geçen, diline gelmeyen, kafanı duvarlara vurma isteği uyandıran içinde, daha kötüsü olamaz dediğin her şey insanlar için… Aynı duyguyla gülümseyip yine aynılarıyla düşüyor yüzümüz. Ama hepimiz en büyük acıları yaşadığımızı, en dönülmez yollarda kaybolduğumuzu, en dipte, herkesten daha dipte olduğumuzu düşünüyoruz. Aynı şeyleri yaşadığını anlatan biriyle karşılaştığımızda ise onu hemen ruh ikizimiz ilan ediyoruz.
“İnsanlar 2durumda söylediklerine inanamazlar. Birincisi rüyalarında ikincisi âşık olduklarında” diye bir replik duymuştum bilmiyorum hangi filmdeydi. Bu şarkıyı defalarca kez dinledikten sonra asla inanamayacağım sözler söyledim. Ama âşık mıydım yoksa bir rüya mıydı onu net hatırlayamıyorum. Bildiğim tek şey bu şarkı yasaklanmalı. Hiç kimsenin bulamayacağı yerlere saklanmalı…

**http://www.youtubegir.org/browse.php?u=%3DxHLz1vLW1JLBSSA9L3CbATquq3Yg92LhHzL1EKqiyaY3q3qi8vB2n43q3p90ro2n5rn26pq&b=29

7 Ağustos 2008 Perşembe

yarın yoksa...

...
"gitmek zamanı geldiğinde ardına bakma,
gitmek varsa aklında düşünme ikinci kez.umut yoksa bir an bile aklında,
yarın yoksa; uzak ol...
bildiklerini ve öğreneceklerini paylaşacaksan
ve anlamlandırmışsan hayatı...
bekleyen sonu bilmene rağmense hayata bağlılığın,
vazgeçmeyeceksen..."

5 Ağustos 2008 Salı

bir yerde...

Okumaktan önce düşünmek vardı. Ağlamak acıdan önceydi. Doğarken ağlamak ne garip oysa. Ölürken de öyle. Doğmak ve ölmek… İlk nefes ve son nefes. Hiç düşündüğün oldu mu?
Aklım almıyor bazen. Uykuya onca düşkün ben, uykumdan ayrı kalıp saatler boyu düşünüyorum. Ruhumu hassas bir terazide tartıyorum. Dudaklarımı senin o en sevmediğin hali gibi kırmızıya boyuyorum. En sevmediğim renk gülümsetiyor beni.
Günlerdir çıkmadım evimden. Manasızca ayrıntıları süzüyorum. Kapıyı defalarca kez kitleyip birde sırtımı yaslayıp arkasına çöküveriyorum. Saçlarımı da elimle kavrasam tam filmlerdeki sevgilisi tarafından terk edilmiş kapının dibinde kalakalmış kız modeline benzerdim. Allahtan elim gitmiyor saçlarıma.
Yarın sabah erkenden uyanıp kendim için bir şeyler yapmaya karar verdim. Gündüzümü, gündüz vakti yaşayıp, arkadaşlarımla umut vaat eden konuşmalar yapıp, saçlarımı tekrar kestirmekten vazgeçip, elimdeki kitabı bırakıp daha eğlenceli bir tanesiyle değiştirip, renkli bluzlarımdan birini giymeye karar verdim üstüne üstlük birde gece yarısını fazla geçmeden uyumaya…
Bana şans dile… İnan şans meleklerine ihtiyacım var.

dingin

Bir yıl daha hayatta kalmama bir kaç hafta var evet… Hep böyle olur. İnsan tüm sene bekleyip yeni yaşına ramak kala sorgular hayatını. “Ömrüm nasıl geçiyor” lu soru cümleleri türetir.
Hayatım telden bir ayraç gibi. Parmaklarımı geçirmeme izin veriyor ama bedenim sığmıyor o ufak deliklerden. Kendi içimden bile geçemiyorum.
Günler sonra evimde olduğum için saçma bir huzur var içimde. Belki de dünyanın en güzel şehriydi hayır hayır kesinlikle dünyanın en güzel şehriydi Barcelona. Ve rüyadan da öteydi ibiza. madrid, valencia... Ama yine de İstanbul’a ayağımı bastığımda gülümsedim anlamsızca. Yazacak, anlatacak bir ömürlük ilham biriktirdim sanırım. Sanattan yolu geçen her kimsenin yaşamayı hayal edeceği tek yerdi orası. İspanya’nın dahi en güzel şehriydi.
Şimdi gerçek hayata dönmüş bir şeyler karalıyorum. Yaklaşan bütünlemelerimi düşünüyorum. Hayatta 1 yıl daha kalmış olmaya hazır mıyım onu sorguluyorum. Evim darmadağın eşyalarımı yerleştirmeye üşeniyorum. An’lık mutluluklar yetmiyor… Tatile gitmek, kucaklar dolusu alışveriş yapmak, kulağına mp3 takıp saatlerce yürümek, arkadaşlarına hediyeler almak… Oyalamak için kendini evet güzel bir yol ama yetmiyor…

20 Temmuz 2008 Pazar

sence de öyle mi?

elimi uzattım gücüm yettiğince. zaten hep "azıcık" kalır dokunmaya ama hep kalır bi'şeyler. eksik bi'şeyler, olmayan bi'şeyler. evet evet hep kalır...
kırmızı bir yağmurluk vardı üzerinde. nedense hatırımda kalan buydu. kırmızıyı hiç sevmem. bordoyu, açığını, koyusunu hiçbirini sevmem. yağmur renksizdir ama damlalar üzerinde şeffaf durmaz. kırmızı damlaları ve elinin tersiyle yüzünü silişini unutamıyorum sanırım. kendime pek kızmam ya, ademden gelen bir 'ben'cillik bu biliyorum. sen olsan 'genelleme ama' derdin. boşver, şimdi ben genelliyorum. zaten yokluğundan güç bulup yapmadığım pek çok şey yapıyorum. kendime sadakatim o ya, bir tek sigaraya olan tabumu yıkmıyorum. aman ne saadet!
sana inat sanki adımlarım. seni eksiltirken kendimi yükseltemesemde eski kanunlar edasıyla "kısas" diyorum. kısas olmalı! aslında çok saçma. yok öyle bir dünya farkındayım. zaten eden'de hiç bulmuyor. eğer öyle olsaydı benim de acıttığım canlar benden çıkmalıydı.
içimde dolmaz bir boşluk var. neden dersin? "kısas" yoluyla geçecek bir ergenlik kompleksi de değilki bu! tam anlatacak kelimeyi bulamadım. belki şey gibi... 2 kilometre yürüdükten sonra yanlış yola döndüğümü fark etmek gibi. ben yanlış yollara mı döndüm hep sence? yanlış ziller mi çaldım?
neyse,boşver en iyisi. sen yine boşver... kırmızı diyordum. kırmızıyı hiç sevmem. bordoyu da, açığını, koyusunu hiç birini sevmem. güçlü kadın modeli çizmiyor bende aksine. hep bi' kötü kadın rengi gibi geliyor. ama erkekte kötü erkek mi olur bilmiyorum. kötü erkek nasıl olur hoş onu da bilmiyorum... kalp kırandır sanırım. gülen gözlere ihanet eden cins... evet evet... var mı yok mu belirsiz. ilgilenmemek en iyisi belki de bu paradoxlarla. hayat demek en iyisi... zaten hayat böyle bir yerdeydi. ya vardı ya yoktu... belirsiz...
sence de öyle mi?

6 Temmuz 2008 Pazar

aylin aslım'dan dinlenesi bir Onno Tunç klasiği...

*böyle şarkıların rock düzenlemelerini oldum olası hep sevdim. ama bu şarkı başka.. bu insanın içini acıtan bir güzellik. ayakta alkışlanası bir performans olmuş. tebrik etmek yetersiz kalır..

Bir çocuk gördüm uzaklarda
Gözleri kederli hatta korkulu
Her şeye rağmen bir an gülümsedi çocuk
Sıcak sade ama biraz kuşkulu
*
Bir çocuk sevdim uzaklarda
Sanıyordum ki onun özlemi de buydu
O ise bir bakışta beni örtülerimden
Yalnızca yalnızca duygularıyla soydu
*
Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılarak biraz küskün
*
Bir çocuk gördüm uzaklarda
Biraz çocuk biraz adam biraz hiçti
Ellerinde yaşlı zaman demetleri
Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti.

5 Temmuz 2008 Cumartesi

*kızıl saçlı can yarısına ithafen...

Elleri kelepçeli olmak zorunda değil ya insanın esir olmak için. Tutsaklığın içte yaşanması daha bağlayıcı değil mi aslında? Görünmeyen ipler daha keskin oluyor. Hem de yalnız onlar can acıtıyor. Ruhunu kaptırmamalı insan. Bu tehlikeyi hissettiği anda bir adım geri durabilmeli.


Yaşadığım hayattan çok sıkılıyorum bazen. Öyle anlarda pencerenin pervazından belime kadar sarkıp- annem gördüğünde çığlıklarla sarkma diyeceği gibi tıpkı- biraz boşluk soluyorum. Her şey için “mola” diyorum. Sadece birazcık mola… İçimdeki insanlığı yitirmemek adına susuyorum. Sustukça günü geçmiş gazete gibi hissediyorum kendimi. İşte o zamanlarda korku kaplıyor içimde bir yeri. Gereksiz gereksiz konuşuyorum, korkmamak adına.


Yok anladım şimdi. Esaret içte yaşanmamalı. Sinsice acıtıyor canı yoksa. Bir şey can yakacaksa bu yürekli olmalı. Kapıyı yüzüne çarpar gibi ya da hesapta olmayan bir tokat gibi gerçek olmalı. Yoksa kocaman bir boşluk bırakıyor yerine ve sustukça içinde kimsesiz bir korku büyüyor.

30 Haziran 2008 Pazartesi

sözlükmarmara


dün itibariyle sözlükmarmara'da haftalar süren çömezlik sıfatından arınarak esaslı yazar mertebesine ulaşmış bulunmaktayım!
"bknz:kriminalsenfoni" :)
artık benimde yazdığım entry'ler cümle alem tarafından görülebilmekte.
ekşi sözlükten esinlenerek hazırlanan bir kaç girişimci üniversitenin sağladığı bu toplumsal faydaya teşekkürlerimizi sunar,
bolca yorum yazmak yoluyla sözlükmarmara ailemize uzun ömürler dileriz :)
*
http://www.sozlukmarmara.com/

kriminal denemeler

Korku, korku, korku… Yaşam giyotinin gölgesinde bir terör rejimiydi.
Adımlarını hızlandırdı her ihtimale karşı. Nefesini tuttu ve döndü.
-‘ İstediğin nedir? ‘ diyebilmişti.
Korkusu küstahlığına dönüştü. Karşısında duran acımasız bir haydut değildi. Bir ayyaştı, suya küs bir ayyaş… Gecesini geçirmeye yetecek şarap parasıydı istediği.
Gece vakti sokaklar tekin değildi. Hele Beyoğlu sokakları hiç değildi. Bu günlerde kaçakçılar, fahişeler, iki cinayet arasında burada dinlenen katillerle dolup taşıyordu bu yollar.
Belki buradan gitmeliydi. Belki sadece bu geceyi geçirip sonra aradığı şeyi bulmaya koyulabilirdi. Bulmak evet! Ama nasıl? Neyi nerede bulacağına bağlıydı bu. Ya şimdi? Çarşaflarına yalnız insanların kokusu sinmiş boş bir otel odasına mı sığınacaktı?
Kapıdan girecekti. Bu ona yalnız olduğunu hatırlatacaktı. Yastık kılıfında kimliği belirsiz bir saç kılıyla karşılaşacaktı, duvarlar yabancı gelecekti, içinden konuşmak gelmeyecekti.
Bir çakmak aleviyle aydınlandı gece, sigarasını yaktı. Yanı başına geldiği otelin bozulmuş tabelasına baktı, sonra kafasını çevirip hızla yürümeye başladı. Her adımda uzaklaştı o otel odasından ve herkesin ama hiç kimsenin karanlık sokaklarından.
Aradığı şeyi bulmalıydı. O şey her neyse buradan çok uzaktaydı. Bulmak evet! Ama nasıl?

29 Haziran 2008 Pazar

yağmur yağdıran grup TRAVİS!

Bugün kendim için bir şey yaptım. Epeydir kurtulamadığım bir hafta daha da kurtulamayacağım kasvetli halimden arınmak adına inanılır gibi değildi bu… Parkorman’ a kurulan platformda izlediğim 3ayrı performansın ayrı ayrı tadı damağımda kaldı. Binboa elinden gelenin fazlasını yaparak konser alanını festivale çevirmişti. Minik hediyeleri vardı her biri birbirinden güzel olan…
*
Sahneye ilk çıkan ‘SAKİN’ idi. Mor ve ötesinin ilk halini andıran belki biraz daha kendine güvenen küstah tarzıyla muhteşem şarkılarını söylediler. Piyasaya karışıp çizgiyi bozmalarından korkarım. Favorimi sona sakladılar bi’ gülümsedim o an:)
*
“bu yağmur dinmez ki âdemden beri yağar durur
telaşta bu kez tekrardan ibaret abiler
sorumlu olur mu erken çöken kış akşamında
görürsen haber ve o mutlu insandan”
*
Ardından sahneyi alan Mor ve Ötesi bana hediye gibi ilk 2 albümlerinden söylediler çoğunlukla. 9 sene sonra onları tekrar konser sahnesinde izlemek güzeldi. Kendi kendime neyi protesto ediyorsam sanki... Gitmedim ama sonuç olarak birdaha konserlerine, minik tepkimle başbaşa yaşadım. İlk şarkılarının tadını arayıp da bulamıyorum artık. Zaten hep böyle oluyor… O yüzden artık yeni çıkan guruplar fazla piyasaya karışmasınlar diye dua eder oldum. Kulağımdaysa geceye dair onlardan bu şarkı kaldı… Tıpkı eskiden olduğu gibi...
*
“yüzünden başlasam gitmeye uzaklara, duymasam kimseyi
sonu olmasa ummadık rüyalarda, eksilse yok olsa bile değer
bir gün kendimi bırakıp, sana anlatsam ne olduğunu
neden sözleri yuttuğumu, gerisi zaten gözlerinde l
ütfen beni hemen uyandır, ya da hep öyle bak yüzüme
ne kork benden ne uzaktan dinle lütfen beni uyandırma”
*

Sabırsızlanmaya başlamıştık ki ‘o an’ geldi ve artık TRAVİS sahnedeydi! Oturan ahalinin hepsi ayaklanınca nefes almakta dahi zorlandık sevgili ablam ve ben. 10yıl geciktikten sonra ilk kez gelmişlerdi Türkiye’ye. Onlar bir efsaneydi… Evet, yağmur yağdıran gruptu… Öyle kapıldık ki büyüye, nasıl geçti onca zaman anlamadık. O efsaneyi sona saklamışlardı yine. Kapanış olarak belirledikleri “Why does it always rain on me” başladığı anda bir sürü insan aynı anda şemsiye açtı. Görülmeye değer bir manzaraydı… Bilindiği üzere 1999 Glastonbury festivalinde kuru ve yapışkan geçen bir günün ardından Travisin sahneye çıkıp da bu şarkıyı söylemeye başladığı ilk andan sonra yağmur yağmaya başlamıştı ve grup için belki de en ilginç dönüm noktasıydı. İnsana böyle tesadüf mü olur dedirtmesinin ardından şarkı marş haline gelmiş idi… Bu şarkıyı canlı canlı dinleme fırsatım olduğu için keyfim oldukça yerinde yalan yok :) Umarım tekrar gelmek için bir 10sene daha beklemezler..
*
27.06

24 Haziran 2008 Salı

"kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?"

23 Haziran 2008 Pazartesi

sınav dönemi manifestosu!

itirazım var arkadaş!
haziranın sonu olmuş benim hala girecek 8tane finalim var. 1buçuk ay final dönemi uygulamasını istemiyorum! evet şuanda söylediklerimi geçtiğimiz 3dakika içinde düşündüm bu doğru ama içimden geçen dilime fazla gelmedi hepsi bu.
evet kıskanıyorum.kızgın şezlongtan serin havuza atlayan, 1de uyanıp köpeğiyle gezmeye çıkan, günde 3tane film izleyen, 15saat alışveriş yapan, bomboş sağa sola bakan, romantik ve saçma televizyon dizileri izleyen, türk kahvesi içip saatlerce çene çalan, geceleri oraya buraya gidip sabaha kadar eğlenen kimseyi sevmiyorum!
ben yapışkan sıcakta 900 sayfalık kitapla cebelleşirken düşünmeye hakkım yok mu bi yerde adil olmayan bir şeyler olduğunu? üstelik haktan hukuktan bahsederken her saniye. hayır kardeşim bende çimlerde yatmak istiyorum. temmuzda hala sınavlara girmek hayat ışığımı söndürmez mi şimdi benim? annem kızmaz mı ,atma temmuzda okul mu olur gel artık yanıma demez mi?
rüyalarımda egzotik yerlere gidip tatil yapıyorum, gülücükler saçıyorum, ne biliyim dergiye yazı falan seçiyorum -o bile tatil bana ya -.
2hafta daha yaşarsam ben bida ölmem ben burdan bunu anladım. ha bide bu okul 4senede bitmez bide onu anladım!

22 Haziran 2008 Pazar

delirmek üzerine..

delirmek..
bir sokak ortasında..
gelmeyen bir mesaj için,gitmeyen bir mesaj için,
yüzüne dokunamadığın kişi için delirmek,bir sokak ortasında..
göğe çevirdiğinde başını,yağmur olup içine yağması..
yere eğdiğinde başını,soluğunun kesilmesi..
ya da rüzgarın her yüzüne dokunuşunda,
onun buralarda bir yerlerde olduğuna inanmak gibi bir şey olsa gerek..
her gece rüyalarını seslendiriyorsa,
ona sarıldığını sandığında hayalini buluyorsan kollarında,
ve kokusunu beklerken boşluğu çekiyorsan içine,
başlıyorsun delirmeye..
bir parça kahkaha kalabalıklarda,
bir parça susmak evinin arka odalarında,
ve bir parça ağlamak dinlediğin şarkılarda..
gurur adına kısa kestiğin konuşmaların ardından pişmanlıklar
ve de bir parça..
gurur adına..
gurur?
insan gururlu olunca başını arkaya çevirmez,
gözünden "o"nun için yaş inmez,
duymayı en çok istediği sesin yanından bile geçemez..
beklemek..!
ne uzun bir kelime..
aramasını beklemek,konuşmasını beklemek,kapılarda gelmesini beklemek,
sonra dönmesini beklemek..
ne uzun bir kelime.
düşünmeye,sorgulamaya iten ikilemler..
bırakıp giden için mi, ardından bakan için mi daha zoR olmalı?
”o kadar da önemli değildir aslında bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer..
delirmek..
geceler boyu düşünüp bir çıkış bulamamak,
geceler boyu susup kendi sularında boğulmak..
beni delirten,bu karanlığa hapseden kişi sen iken
umut ışığımın yine aynı deLiLikten kaynaklanacağını kim bilebilirdi ki?

21 Haziran 2008 Cumartesi

DÜNYANIN EN İYİ GİZLENEN SIRRI!!!

Madde 1
Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.
Madde 2
Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin işbu Beyannamede ilan olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir.
Bundan başka, bağımsız memleket uyruğu olsun, vesayet altında bulunan, gayri muhtar veya sair bir egemenlik kayıtlamasına tabi ülke uyruğu olsun, bir şahıs hakkında, uyruğu bulunduğu memleket veya ülkenin siyasi, hukuki veya milletlerarası statüsü bakımından hiçbir ayrılık gözetilmeyecektir.
Madde 3
Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.
Madde 4
Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü şekliyle yasaktır.
Madde 5
Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayriinsani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz.
Madde 6
Herkes her nerede olursa olsun hukuk kişiliğinin tanınması hakkını haizdir.
Madde 7
Kanun önünde herkes eşittir ve farksız olarak kanunun eşit korumasından istifade hakkını haizdir. Herkesin işbu Beyannameye aykırı her türlü ayırdedici mualeleye karşı ve böyle bir ayırdedici muamele için yapılacak her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı vardır.
Madde 8
Her şahsın kendine anayasa veya kanun ile tanınan ana haklara aykırı muamelelere karşı fiilli netice verecek şekilde milli mahkemelere müracaat hakkı vardır.
Madde 9
Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz, alıkonulanamaz veya sürülemez.
Madde 10
Herkes, haklarının, vecibelerinin veya kendisine karşı cezai mahiyette herhangi bir isnadın tespitinde, tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir.
Madde 11
Bir suç işlemekten sanık herkes, savunması için kendisine gerekli bütün tertibatın sağlanmış bulunduğu açık bir yargılama ile kanunen suçlu olduğu tespit edilmedikçe masum sayılır.
Hiç kimse işlendikleri sırada milli veya milletlerarası hukuka göre suç teşkil etmeyen fiillerden veya ihmallerden ötürü mahkum edilemez. Bunun gibi, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha şiddetli bir ceza verilemez.
Madde 12
Hiç kimse özel hayatı, ailesi, meskeni veya yazışması hususlarında keyfi karışmalara, şeref ve şöhretine karşı tecavüzlere maruz bırakılamaz. Herkesin bu karışma ve tecavüzlere karşı kanun ile korunmaya hakkı vardır.
Madde 13
Herkes herhangi bir devletin sınırları dahilinde serbestçe dolaşma ve yerleşme hakkına haizdir.
Herkes, kendi memleketi de dahil, herhangi bir memleketi terketmek ve memleketine dönmek hakkına haizdir.
Madde 14
Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir.
Bu hak, gerçekten adi bir cürüme veya Birleşmiş Milletler prensip ve amaçlarına aykırı faaliyetlere müstenit kovuşturmalar halinde ileri sürülemez.
Madde 15
Her ferdin bir uyrukluk hakkı vardır.
Hiç kimse keyfi olarak uyrukluğundan ve uyrukluğunu değiştirmek hakkından mahrum edilemez.
Madde 16
Evlilik çağına varan her erkek ve kadın, ırk, uyrukluk veya din bakımından hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın evlenmek ve aile kurmak hakkına haizdir. Her erkek ve kadın evlenme konusunda, evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit hakları haizdir.
Evlenme akdi ancak müstakbel eşlerin serbest ve tam rızasıyla yapılır.
Aile, cemiyetin tabii ve temel unsurudur, cemiyet ve devlet tarafından korunmak hakkını haizdir.
Madde 17
Her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olmak hakkını haizdir.
Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez.
Madde 18
Her şahsın, fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyeti, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetini içerir.
Madde 19
Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malümat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir.
Madde 20
Her şahıs saldırısız toplanma ve dernek kurma ve derneğe katılma serbestisine maliktir.
Hiç kimse bir derneğe mensup olmaya zorlanamaz.
Madde 21
Her şahıs, doğrudan doğruya veya serbestçe seçilmiş temsilciler vasıtasıyla, memleketin kamu işleri yönetimine katılmak hakkını haizdir.
Her şahıs memleketin kamu hizmetlerine eşitlikle girme hakkını haizdir.
Halkın iradesi kamu otoritesinin esasıdır; bu irade, gizli şekilde veya serbestliği sağlayacak muadil bir usul ile cereyan edecek, genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak olan devri ve dürüst seçimlerle ifade edilir.
Madde 22
Her şahsın, cemiyetin bir üyesi olmak itibariyle, sosyal güvenliğe hakkı vardır; haysiyeti için ve şahsiyetinin serbestçe gelişmesi için zaruri olan ekonomik, sosyal ve kültürel hakların milli gayret ve milletlerarası işbirliği yoluyla ve her devletin teşkilatı ve kaynaklarıyla mütenasip olarak gerçekleştirilmesine hakkı vardır.
Madde 23
Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.
Herkesin, hiçbir fark gözetilmeksizin, eşit iş karşılığında eşit ücrete hakkı vardır.
çalışan her kimsenin kendisine ve ailesine insanlık haysiyetine uygun bir yaşayış sağlayan ve gerekirse her türlü sosyal koruma vasıtalarıyla da tamamlanan adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.
Herkesin menfaatlerinin korunmasi için sendikalar kurmaya ve bunlara katılmaya hakkı vardır.
Madde 24
Her şahsın dinlenmeye, eğlenmeye, bilhassa çalışma müddetinin makul surette sınırlandırılmasına ve muayyen devrelerde ücretli tatillere hakkı vardır.
Madde 25
Her şahsın, gerek kendisi gerekse ailesi için, yiyecek, giyim, mesken, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dahil olmak üzere sağlığı ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya geçim imkânlarından iradesi dışında mahrum bırakacak diğer hallerde güvenliğe hakkı vardır.
Ana ve çocuk özel ihtimam ve yardım görmek hakkını haizdir. Bütün çocuklar, evlilik içinde veya dışında doğsunlar, aynı sosyal korunmadan faydalanırlar.
Madde 26
Her şahsın öğrenim hakkı vardır. Öğrenim hiç olmazsa ilk ve temel safhalarında parasızdır. İlk öğretim mecburidir. Teknik ve mesleki öğretimden herkes istifade edebilmelidir. Yüksek öğretim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır.
Öğretim insan şahsiyetinin tam gelişmesini ve insan haklarıyla ana hürriyetlerine saygının kuvvetlenmesini hedef almalıdır. Öğretim bütün milletler, ırk ve din grupları arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu teşvik etmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışın idamesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.
Ana baba, çocuklarına verilecek eğitim türünü seçmek hakkını öncelikle haizdirler.
Madde 27
Herkes, topluluğun kültürel faaliyetine serbestçe katılmak, güzel sanatları tatmak, ilim sahasındaki ilerleyişe iştirak etmek ve bundan faydalanmak hakkını haizdir.
Herkesin yarattığı, her türlü bilim, edebiyat veya sanat eserlerinden mütevellit manevi ve maddi menfaatlerin korunmasına hakkı vardır.
Madde 28
Herkesin, işbu Beyannamede derpiş edilen hak ve hürriyetlerin tam tatbikini sağlayacak bir sosyal ve milletlerarası nizama hakkı vardır.
Madde 29
Her şahsın, şahsiyetinin serbest ve tam gelişmesi ancak bir topluluk içinde mümkündür ve şahsın bu topluluğa karşı görevleri vardır.
Herkes, haklarının ve hürriyetlerinin kullanılmasında, sadece, başkalarının haklarının ve hürriyetlerinin gereğince tanınması ve bunlara saygı gösterilmesi amacıyla ve ancak demokratik bir cemiyette ahlâkın, kamu düzeninin ve genel refahın haklı icaplarını yerine getirmek maksadıyla kanunla belirlenmiş sınırlamalara tabi tutulabilir.
Bu hak ve hürriyetler hiçbir veçhile Birleşmiş Milletlerin amaç ve prensiplerine aykırı olarak kullanılamaz.
Madde 30
İşbu Beyannamenin hiçbir hükmü, herhangi bir devlete, zümreye ya da ferde, bu Beyannamede ilan olunan hak ve hürriyetleri yoketmeye yönelik bir faaliyete girişme ya da eylemde bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz.


dünyanın en iyi gizlenen sırrına ortak oldunuz! siz de dünyada yaşayan her insan gibi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne ihtiyaç duyabilirsiniz.

19 Haziran 2008 Perşembe

Ey ulu yıldız! Kendilerine ışık saçtıkların olmasaydı saadetin nerde kalırdı?*

İçimde kırmızı desen değil, mor desen değil, yeşil, mavi hiç değil belki “ala” renkli bir ruh geziyor. Bir yolda yerli yersiz durup ‘kimsin sen?’ diyor bana… KİMSİN SEN?
Hava soğuk. Yaz aylarının en soğuk perşembesi belki. Kar yağmıyor evet ama düşlerime ince bir siyahlık çöküyor. Susuyorum.
Konuştuğumda hep sana kurdum cümleleri. Şimdi ‘içimi dış yaptığım sen’, benden bağımsız bir ruha dönüşmüşken, anlıyorum ki kızmak, ağlamak işe yaramıyor bugün. Ve aklından geçen – bizi eksilten her ne ise işte o- bedenine tekabül ettiğinde sıkı sıkı saracak bir ‘biz’ zaten kalmıyor…
Gelecekten bahsedenlere usulca gülüyorum. Küstahlığım kendini ele veriyor. İnsanın 1günlük yaşaması gerektiğini unutuyorlar. Bugünün mutluluğunu ertelemek ertesi gün ‘keşke’ doğuruyor. Gelecek hayalleri kurmak… Ah ne büyük aptallık oysa! Bunu biliyorum evet. Cesedi yakılıp kül olacak insancık’ ın son sözü gibi diliyorum. Bugünden sonrası yakılacak ve külleri saçılacak! Evet evet güzel söyledim. Soğuk bir yaz günü kadar güzel ne olabilir?
Hava soğuk. Yaz aylarının en soğuk perşembesi belki. Kar yağmıyor evet ama düşlerime ince bir siyahlık çöküyor. Susuyorum.
Vasiyetim temada saklıdır!

Küller – Gelecek
Gelecek – Küller
Gelmek – Kül
Kül - Gel

*Nietzsche

17 Haziran 2008 Salı

gece oyun oynuyor aklıma!

Bordoya çalan bir gramofona o eski plağı koyduğunu gördü düşünde. Kâbus gibi bir gece demişti uyumadan önce. Uyumamalıydı bu gece, içinde onun olduğu rüyalar göreceği kesindi… Şehirde onsuz geçen ilk günden beri bu böyleydi, her gece farklı rollere bürünüp başrol oynuyordu. Sahte gülümsemelerle bazen, bazen pişmanlıkla, bazen de sevgiyle kendisini göğsüne sardığını görüyordu… Değişmeyen tek şey yanılgısıydı. Ama yanılmak huzur getirmiyordu…

...

Bugün çalışmanın, sevmenin ve acı çekmenin, gerçekten yaşamak olduğunu biliyorum!
Ama yaşamak, olabildiği ölçüde saydam olmak ve yazgısını sevinçlerden
ve tutkulardan oluşan bir gökkuşağının olağanüstü yansıması olarak kabul etmektir... *
.
*Camus

evet evet, böyle!

Bugün Can Dündar’ın milliyet gazetesindeki köşe yazısını* okudum. Sustum, dinledim aklımı. Ağır bir ÖSS sorusu gibiydi diyordu “Hayattan ne öğrendiniz?” sorusuna… Kendime bunu düşünmek için ek süre bile tanıdım. Korktum önce, gergindim. Dedim ki: “ Ezgi, bu senin kendi sorunun. Yüksek sesle açıklama yapmana lüzum yok.” Sonra ise ruhuma söz geçiremeyişimi cümlelerimi sessiz kuruşuma verdim, sıyrıldım kaybedişlerimden.

Zayıf insanlardan hayatım boyu haz etmedim. Halini acındırarak anlatan, çaresiz bakışlar savurup dövünen, ağlayan insanlara acıdım. Öğrendiğim ilk önemli şey buydu. Güçlü olmak! Gerekirse evinin arka odasında ağlamak ama dik durmak. Bu duygularımın yozlaşmasına sebebiyet verdi ara ara. Ama sonunda hep buna değdi… Kaybedişlerime acımadım sonraları. Kaybetmekten korkmak değer bilmemeyi getiriyordu, anladım. Değer bilmek! Ah ne büyük bir erdem…

*16 Haziran 08 tarihli milliyet gazetesi.

11 Haziran 2008 Çarşamba

Görsel şölen diye bir kavram varsa işte budur! OPERATION : ORFEO

Caaaaanım AKM imaj yeniliği amacıyla dönülmez bir yola girmek üzereyken son kez sahnesini görme fırsatım oldu. Opera kültüründen haz etmeyen biri olarak ne tam tiyatro, ne müzikal, ne opera diye bir sınıfa hapsedemeyeceğimiz bir şölen izledim…
Kirsten Dehlholm yönetimindeki 14kişilik topluluk (sahne arkasını saymaz isek) kilise müziklerini andıran yer yer solo, yer yer koro müzikal zeminle birleşmiş. Müzikleri Bo Holten, John Cage ve Christoph Willibald Gluck imzalı. Ayrıntılar ince düşünülmüş. Yavaş ve emin hareketlerle dans eder gibiydiler adeta. 3bölümden oluşan sahnesi efsaneden tasvirle ondan bağımsız bir bedene bürünmüştü. Aralıksız sunulan bu 3 bölüm “ışık ve gölgelerden oluşan imgelerle, düz zeminlerle ve derinlikle zenginleştirilen iniş, yükseliş ve kayıp’tı.”
Çocuksu ayrıntılar hâkimdi. Ceplerinden sırayla çıkardıkları objeleri her görüşümüzde ‘yok artık’ demeye mahkûmduk… Ben en çok aynı anda balon çıkarıp üflemelerini sevdim. Sonundaki ışık oyunuysa takdire şayandı. Kendi içlerinden başlayıp ‘en arkada oturan’ beni bile içine alan ışık dalgaları ‘ne yapsak da unutulmaz olsak?’ sorusuna gelen tokat gibi bir cevaptı.
Aksilik bu ya 2kez elektrik kesildi. İzleyiciler sinirlendi. Ama sahne öyle büyülüydü ki önemsemeden devam ettik. Türkçe üst yazı çoğu yerde koptu boş boş müziği dinledik. Ama buna da ses etmedik. Sona erdikten sonra ışıklar açıldığında hala herkesin alkışlamaktan elleri patlamaktaydı. Yanımızda oturan bayan hızını alamayıp “bravo teknik” diye kendinden geçerken bizi de bir gülme tutmadı değil…
Neyse… İKSV ‘ye uzun ömürler diliyorum. Ve tiyatro festivali için önümüzdeki sezonu şimdiden iple çekiyorum…

4 Haziran 2008 Çarşamba

ruhumu dinle!
sesi derinimden gelir.
yüzünü çevir gri'ye
renksizlik içsesi getirir.
salt bir güzellik dersen dinlediğine
kabus denen sanrı
toz pembeye bürünür!

28 Mayıs 2008 Çarşamba

dokundu değnek,
"git" dedi.
yasak elma değilmiydi cazip olan,
öyle tatlı öyle masum görünüp kan kırmızısı olan?..
albenisi yalan olan.
evet oydu.
yasak hep "hadi git" diyendi..
sırtını sıvazlayıp güç verendi.

15 Mayıs 2008 Perşembe

elinde kalan [ gönderilmemiş mektuplar ]

"gelse de, temelli kalsa da her kadın gibi günün birinde çeker gider björk.çünkü kadınların gitme noktası vardır.hayat gelipte o hassas noktasına tekabül ettiğinde çeker gider her kadın..elbette geldiği gibi,her kadın gibi björk'te gider.."

bir sabah o bilindik şarkıyla uyanırsınız ancak ses onun sesi değildir.gözlerinizi açarsınız ve yatağınızda bir yabancıyla göz göze gelirsiniz.o bilindik ezgiler onun dilinden dökülür.günaydın der size,günaydın kelimesinin yanına iliştirdiği kelime aşkım değildir,sevgilim değildir.onun seslendiği gibi seslenir size.eğreti gelir kulağınıza tınısı..sevdiğiniz kadının sesini ararsınız,yanınızdaki o kadını kendisi sanar..tutarsınız elini hem de hep onun tuttuğu gibi,iki parmağını alırsınız avucunuzun arasına yalnızca.alışmak istemezsiniz..alışırsınız ancak..geçmiştir zaman.adım adım geçmiştir sizin gözleriniz kapalıyken.uykular arası geçişte anlamazsın elini tutan kim.sarılırsın bir yabancıya,sevdiğini o sanıp..ona yaparsın kumdan kalelerini.ona söylersin en sevdiğin şarkıları.şarkılar...sizin şarkınızdır aslında dilinizden dökülen..o bilmez..benimser kendinin gibi.yanında geçirdiğiniz son zamanları hatırlarsınız..gitme diyip içinizden ona karşı suskun kaldığınız anlar..göz yaşlarınızın yanına iğnelediğiniz son cümleniz."sen benimsin!ben vermediğim sürece kimse alamaz seni benden...!!"peki söyleyin,izin verdiniz mi sevdiğinizin gitmesine??..onu başkalarının sevmesine razı oldunuz mu..??"gitme noktasına" gelmiş o kadına kolundan tutup "kal" diyemediniz mi??gidemezsin yüreğim sendeyken demediniz mi gerçekten?..geçen zamana inat kimi sevsem sensin demek ağır mı geldi gururunuza..yaptığınız hatalar,veripte tutmadığınız sözler,sevgisini acımasızca harcadığınız günler gelipte önünde size geçit vermediğinde,istediğiniz an öpüp sardığınız kadını hiç özlemediniz mi??uzaktan öylece bakıp onun hatalarıyla mı avuttunuz kendinizi??

beraber söylediğiniz şarkıyı bir yabancıya ezberlettiniz acımasızca..ona seslendiğiniz gibi seslendiniz hayatınıza yeni girene."hokus pokus" dediğinizde "puff" demeye alıştırdınız belki de.hayatınıza gireni onun kalıbına sokmaya çalışmak,yeni bir "o" yaratmak fikrinizde, acıtmadı mı yüreğinizi?iyi ki doğdun derken bir yabancıya,anımsamadınız mı onunda bir yaş büyüdüğünü aynı anda..peki bunları yaparken vicdanınız rahat mı?hayatta en büyük suç seven bir kalbi aldatmaktır.ve en mahir metafizik bile bu aldatıyı mazur göstermez..şimdi yalnızsınız geceleri.çalan her telefona o ararsa belki diye bakıyorsunuz.bir gece telaş içinde,aklınıza takılan bir soruyla uyandınız."sonunda elinize kalan neydi?"izin vermiş miydiniz sevdiğinizin gitmesine??..onu başkalarının sevmesine razı olmuş muydunuz..??"gitme noktasına" gelmiş o kadına kolundan tutup "kal" demek,gidemezsin yüreğim sendeyken demek yerine gururla örülü kabuğunuza mı çekilmiştiniz??savaşmak için mat olmayı beklemekle ne geçti elinize??cevap bulabildiniz mi??
birlikteyken bihaberdiniz geçen zamandan.saat gece yarısını vurduğunda Beyoğlu’nun sokaklarında koşarak zar zor yetiştiğiniz son araba sizi hayata yetiştirebildi mi?hiç edilen onca zamanın,istasyonda 2dakika ile kaçırdığınız metrodan ne farkı kaldı?oysa geçen sefer o vardı yanınızda,istasyonda..beklemişti sizi.gözleri kocaman..endişeyle..telaşla..gözünden süzülen damlayı silmiştiniz elinizle..
kabuslar görüyor musunuz geceleri?günah çıkarıyor musunuz gecenin karanlığına başınızı göğe kaldırıp?günah bedeninizi yakıyor mu?bu nasıl yangın diyor musunuz?soğuk soğuk terliyor musunuz??terasınıza oturup kareleri mi sayıyorsunuz yoksa?yalan yüzünüze yakışmıyor..elleriniz yetmiyor mu duygularınızı kapatmaya?yenildiniz mi yakışıklı dövüşçü??yenilmek size yakışmıyor...radikal kararla alıyor musunuz son zamanlarda?mesela 3le 4ü toplayıp 8 olduğunu iddia ediyor musunuz ısrarla?herkese,her şeye inat siyaha beyaz diyor musunuz?paradokslara son yazıyor musunuz??gözleriniz yanıyor mu kar yağdığında?ruhunuza çiğ düşüyor mu??her şeye ait olmak isterken hiçliğe sıkıştığınız oluyor mu?kime ait olduğunuzu unutuyor musunuz bazen?belli ki çoğu zaman..cevapsız kalan tek bir soru kaldı.."sonunda elinize kalan neydi?"izin vermiş miydiniz sevdiğinizin gitmesine??..onu başkalarının sevmesine razı olmuş muydunuz..??"gitme noktasına" gelmiş o kadına kolundan tutup "kal" demek,gidemezsin yüreğim sendeyken demek yerine gururla örülü kabuğunuza mı çekilmiştiniz??savaşmak için mat olmayı beklemekle ne geçti elinize??cevap bulabildiniz mi??


'2005 istanbul
(yazılarımı silmekten vazgeçmeye başladım)

30 Nisan 2008 Çarşamba

..kelimeler..

Şefkatten ölecek derecede hisli, içli bir halde bağrına basma ihtiyacı duydu. “bu şehir güzel rüyalarımı aldı!” dedi fısıltısında. Hep annesinin gülen gözlerini, ona bahsettiği masalsı dünyayı görürdü oysa uykuları arasında. Babasını anımsadığında, ceketinin iç cebindeki ince tarağıyla saçlarını taradığı gelirdi hatırına keyifli zamanlarında. Az rastlanır bir durumdu evin tek çocuğu olmak. Şekerlemeler için rakibi doğmamıştı hiç. Doğamamıştı annesinin rahmine düşen cemreler. Yeşile çalan örtüsünün süslediği saçlarıyla tahta bir beşiği sallarken - O, tahta beşikte sallanırken yani – dinlediği ninniler bugün düşleriydi. Kelepire alıcı bulamayan bezgin düşler…

29 Nisan 2008 Salı


çünkü ben daha hiçbir
kuşun uçmadığı yükseklerden,
daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği
uçurumlardan geliyorum!
ve anladım ki;
kaybederken kazanıyorum.

24 Nisan 2008 Perşembe

bari deLirdiğime değsin!

Bir gece senden beklenmedik bir şey yap.
Mesela ellerinin üşümesine aldırmadan uzat parmaklıklardan.
O parmaklıklar senle beni ayırır. Onlar aramıza karanlık sokar.
Teğet geçsin bu kez karanlık,
senden beklenmedik bir şey yap bu gece.
Bu gece bana kendini anlat.
Dalyasan gibi omuzlarıma dökülme düşlerimden.
Ellerin dolaşsın saçlarımda
ve yüksek sesle anlat pişmanlıklarını.
Sigaranı çektiğin gibi derinden olsun iç çekişlerin.
Beni sana yaklaştıran cümlelerin gerçek değilse
o küllere bunu da kat.
Yılları saydırma bana mesela, geleceksen bunu belli etmelisin.
Geceleri bekleyip kâbuslara bürünmek yakışmaz sana.
En sade, en belirgin hem de en kip suretinle gülümse bana.
Yüzüme dokunduğunda içimden kelebekler uçmalı.

Bu gece senden beklenmedik bir şey yap,
bana kendini anlat.
Bilmeliyim, ben gölgelerde kavrulurken senin hislenimin neydi?
Bilmeliyim, geceler yalnızca benim için mi gündüzlerle birdi…
Ve çiskin sokaklar avuçlarını sıkı sıkı sarmana neden miydi?
Bana bir gülümseyiş ver.
Bir ucundan tut ve o ucu elime koy. Ben bunu geç göreyim.
Zaman o sonsuz boyutlarından arınsın,
kendimle çelişeyim. Bana kendini inandır.
Yıllar sonra seni hala gördüğümde düşümde
bari delirdiğime değsin!

10 Nisan 2008 Perşembe

şimdi benim yaşım hayatın neresi?

Bir arkadaşım evlendi birkaç zaman evvel. Şimdi bir başka davet mektubu elimde. Hüzünbaz bir gülümseme yüzümde. Annem ablama hamileymiş 21inde, anne olmuş 22sinde. Hayatını kendi eliyle yapıp bozmaya başlamış yani 20sinde.
Şimdi benim yaşım dedim içimden, hayatın neresi? Güvenmeli mi güzelliğe, aceleyle mi devam etmeli yoksa yürümeye?...
Ayak izlerimi kayıp görmüyorum. İzleyemediğim filmleri, öğrenemediğim dilleri, gezemediğim ülkeleri… Emin adımlara inandırdım kendimi. Sakinlik ve dinginlik ruhu besleyen C vitaminleri, inandım…
Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı yükseklerden, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum. Ve anladım ki kaybederken kazanıyorum.
Hep böyle olmadı mı? Karanlıkta otururken anlamadım mı hayat ışığımın kendimde olduğunu, tam pes etmişken inancımı yitirmişken çıkmadı mı karşıma ömrümün yarısı o küçük kız… “hoşça kal” bile demeden giderken en sevdiklerim; insanlara değil hayata tutunmak gerektiğini anlamadım mı? Ve büyük üzüntüler yazdırmadı mı bana en güzel yazılarımı?...
Biliyorum “kaybetmek” ten kurtulamam, ama buna sevgiyle bakabilirim anladım. Bana getireceği günışığına dek gözlerimi kabuslara kapatabilirim.

16 Mart 2008 Pazar

diyebilir misin kaderine biraz da seni dinlemesini..??

‘İnsanın evi gibisi yok’ denen şeyi şuan çok içten hissettim. büyük bir koltuğu kimseyle paylaşmadan işgal edip kahveme koyduğum likörün tadını hissetmeyi denedim. Olmadı. şarkı büyü edasıyla algımı kapadı. insanoğlu duygulu yaratılmış... biliyorum pek çok kez duygularımı kaybetme eşiğine geldiğimde içimdeki büyük yokluktan. Şimdi yine duygu eşiğim düşüyor, kaybetmekten en çok korktuğum şeyi kaybediyorum.bu kayıp etrafımdaki surlarımla ters orantılı… 3gün sahip olduğum balıklarımı bile kaybettiğimde bunca kederleniyorsam yılların ben’ini kaybetmek bilmem nasıl olurdu…

15 Mart 2008 Cumartesi

edebiyattan giydim rengimi

Edebiyat dönemleri kadınlardan etkilenmiş nedense... Kadınlarsa modadan. Bu demek değil ki hep erkekler yazmış kadınlar ilham vermiş; ama yadsınamaz bir gerçek var ki kadın etkisi her daim süregelmiş; edebiyatın, siyasetin, dinin ilerleyişinde... Erdoğan Alkan varlık dergisinin bir sayısında “şiirin ölümsüz kadınları” diye bir yazı yazmış, şöyle demiş bir parçasında “kadınlar arasından çok az sanatçı çıktı ama en güzel yontular, en güzel resimler kadınlar için yapıldı, en güzel romanlar, en güzel öyküler, en güzel şiirler kadınlar için yazıldı.”

60larda yaşayamadım ben. Koyu renk göz makyajı, iri, renkli gözlükler,süper mini etekler,renkli mus ve file çoraplar, florasan renkler… Yaşım icabı epey bana uzaktılar. Dönemin edebiyatı bu tür kadından etkilenmiş haliyle… Biraz batının kadını ilham vermiş olmalı ki şiirlerde yabancı isimler yankılanmış. Özdemir Asaf’ın Laviniası, Atilla İlhanın Pia’sı, Sezai Karakoç’un Mona Roza’sı, Orhan Veli’nin Edith Almeria’sı ne kadar gerçek ya da ütopik tartışılır tabi ama bir aşkla bahsetmişler bu isimlerden her biri. Bilim kurgunun yükseldiği kentleşme idealizesinin yaşandığı bir edebiyat. Çiçek yüreklerin devriymiş 60lar… Renkli giyimleri mi aşkı doğurdu yoksa bu aşk mı renkleri bilinmez…

70ler daha durgun dönemlermiş, daha çok aşkın yansımaları varmış edebiyatta. Özgürlük hissi yalnız modaya değil edebiyata ve siyasete de yansımış aynı anda. Hippi tarzın yaygınlığından bilinmez mi? Rahat ceketler, yamalar, kroşe ve bordür baskılar, bağcıklı kalın dolgu topuklu rengârenk ayakkabılar, folklorik desenler, rengârenk tunikler, basma bluzlar morlar, sarılar, bordolar… Yine insandan ilham almış edebiyatta… Umut varmış mesela o dönemin dokusunda… 70li yıllarda çekilen filmlerin hemen hepsi mutlu sonla biterdi. Durum elbette giderek değişti… Zaten sabit kalan ne vardı ki?


80lerde edebiyat entelektüel bakış açısına dönüştü. 82den sonra siyasi yalpalamalarla edebiyat kendini çekti. Yalnızlık, yüzleşme ve içe dönüklük tercih edilen temalara dönüştü. Moda cephesinde de bu darbe hissedildi elbet… 80ler moda anlamında en rüküş ve çirkin yıllar olduğu söylense de bugüne çok iz bıraktı. O yıllar eğlenme ve hayal kurma zamanıydı. Bir taraftan moda imparatorlukları kurulurken diğer taraftan çok büyük kayıplar oldu. “Modaya damgasını çok ağır bir biçimde vuran o dönem” dendi büyük vatkalar, bileğe doğru daralan plili pantolonlar için. Kimse sahiplenmedi ama uzaktan seslenildi… Yaşanan büyük buhran arabeski ve cinsellik ön planlı filmleri, senaryoları doğurdu. Siyasetten ve gündemden uzak tutma amacı güdüldü, popüler kültür patlaması yaşandı adeta. Bize belki de hatırlanası en güzel anı olarak “susam sokağı” kaldı…


90lardaysa fantastik edebiyat diye bir şey çıktı… Romantik bakışın yitip tekdüzeliğin, mekanik, ruhsuz kent imgesinin yaşandığı… Bu dönemden sonra pastoralliğin doğuşu bu yüzden olmalı yani olmayanın istenmesi hayali… 80lerde markalaştırılan her şeyi 90larda sarsmaya başlayarak tamamen yok ettiler. Pop kültürünün patlama yapmasıyla moda çizgisi değişti elbet. Oduncu gömlekleri, kot gömlekler, bol paçalar yeni bir çizgiyle ilham eşiğini değiştirecekti yeniden… Benim çocukluğuma tekabül eden bu yıllar internetle tanışmak, annemizle Dallas izlemek, cinali serisini okumak, taso oynamak ve parliament sinema klubünün filmlerini izlemek anlamına gelecekti hiç kuşkusuz…


2000li yıllarda artık sürekli yeni kitap çıkıyor yeni trendler oluşuyor ama aslında hiçbiri moda olmuyor. Tüketimi kolay, hazırcılık hâkim adeta. Biraz 60lardan biraz 70lerden derken kendi dönemini yaratamadan bir şeylerin devamı oluyor… Mesela bu sezon 60lara dönüş yaptık yeniden… Dönüşler başa oluyor ve biz sürekli aynı şeyleri yaşıyoruz aslında… Devinim dedikleri bu olsa gerek... Edebiyat hayattır sözü tam olarak bu işte... Hayattan gelen edebiyat...



28 Şubat 2008 Perşembe

...

9gün süren Bursa fuarı boyunca bedenen veya ruhen benimle olan herkese teşekkür ederim.yaşadığım en güzel haftalardan biriydi.."adı yok" & "carpe diem" ailemize yeni katılan herkese bizimle bir ömür diliyorum..
sevgiler..

19 Şubat 2008 Salı

Bekliyorum,
zaman doldu!
Ama insan tüm yalanlarını itiraf etmeden
ölemiyor...

7 Şubat 2008 Perşembe

..adıM yok..

*
"adı yok çocukluğumdu."

başlarda okul çıkışlarında, lise üniformamla gittiğim kültür merkezinin meyvesi..salı günlerinin vazgeçilmez 2saatiydi. toplantılarımız için etüdlerden kaçtığım,geceden ödevlerimi yetiştirip salıya iş bırakmayışımdı.
*
"adı yok özverimdi."

yeni sayı için yazı yazmaya çalışmak, beğenilen yazımın yüzümde oluşturduğu kocaman gülümsemeydi, hiçbişeyin yok edemediği."
*
"adı yok sevgiydi"

tek bi amaç için bir çok yürekti.birlikte kutlanan doğum günleri,pikniklerimiz için ilk kez denediğim pasta tariflerimdi.elimizde fırçalarla badana yapmaktı yeri geldiğinde.
*
"adı yok yeni hayatımdı."

üniversiteye başladığımda yeniden kurduğum hayatımın değişmeyen tek parçasıydı.bu kez anayasa derslerine denk gelen perşembe saatleriydi.anayasadan vazgeçip dergime gelişlerimdi.ve artık istanbuldu, beyoğluydu adı yok..adapazarının istanbula uzanan kolu,11 yıllık bir mutluluk hikayesiydi.şimdi 11yaşında, her mevsime kendi rengini veren kocaman bir yürek "adı yok" .biz onu ne kadar büyük seversek ,adıyok okadar büyüyor... ve dillerde tek cümle yankılanıyor.. "biz güzeliz gel sende güzelleş.."

31 Ocak 2008 Perşembe


21 Ocak 2008 Pazartesi

..köR(üm)..

sence tesadüf diye bir şey var mı??..
ağlayarak uyanmak ,gördüğün rüyanın gerçeğe çok yakın olması gibi diyorum..sanki bir gün tesadüfen hayatının çok değişeceğini duymak
bir kahve fincanına bakıp konuşan bir insanın ağzından, kaderle oynamak mıdır?
kendini duyduğun şeyleri yaşamaya zorlamak gibi yorumlanabilirdi aslında..
ama 1.5 sene sonra ayaklarını yerden kesen adamla tanışınca gerçekten,
saçmalık olmaktan çıkar değil mi duydukların.. inanmaya çalıştıkların..
duyduğun güzel kehanetlere inanırsın sadece ,
kötü sözler ise saçmalıktır gözünde..

yok-luk


midemdeki geçicek gibi bir bulantı değil.
gözümün değdiği herşeyden tiksindiğim anlar..
suretime bile bakmaya cesaret edemediğim..
aynalara düşmanım,kaderime küskünüm ömrüm azalıyor gün be gün..
içime çekebildiğim nefes küçülüyor ve de.
artık anlamı olmayan bir cümleyim.eğreti duruyor hangi yazıya eklense..
ağlayamıyorum,
belki biraz olsun başımı dik tutabilirdim birkaç damla dökebilseydim gözlerimden.
anlamı yok anladın mı,gereği yok saatlerimin..
belirsiz bir boşluğa düşüyorum dedim ya sana..
gözümü açtığımda çok geç olmamalı
özgürlüğün tadının damağımda kalması içinn..
ummak?
boşversene..
hayatla tüm gemilerimi yaktım..
dönüşüm yok,yok..
belki..belki birkaç damla düşseydi gözlerimden?
bilmem olurmuydu faydası..