31 Ekim 2011 Pazartesi

notlar lV - barcelona


20.10.2011
Cuma sabahı olduğunu sandığım uçağımın aslında Perşembe sabahı olduğunu, sabaha karşı 3 buçukta beni arayan arkadaşım tarafından “Ezgi, yirmi dakika sonra oradayım uyanık olduğundan emin olmak için aradım” demesiyle öğrendim. İlk iki dakika onu uçağımızın Cuma sabahı olduğuna ikna etmeye çalıştım, faydasız olduğunu anlayınca uyanıp on dakika valiz hazırlama şampiyonası için deneme yapmaya karar verdim. Bir kızın on bir günlük bir seyahate on dakikada hazırladığı bir valizle gitmesi çok acı. Ki bu on bir gün; gala gecesi, toplantılar, partiler, şehir turu, ayrıca öncesinde 5 günlük bir Barselona seyahatini de kapsıyorsa hangi elbiseye hangi ayakkabının uyacağı artık bir anlam ifade etmiyor demektir…


Sonuç: Hava alanındayım. Cep telefonumdan patronuma bir mail yazıp bildiğim tüm özürleri diledim. Son beş gündür üstüme çöken bu ruh hali sanırım perçinlendi yeterince. Gözlerimi kapatmak ve tekrar açtığımda onun yanında olmak istiyorum. Sadece saatler kaldı… 


21.10.2011
Gözlerimi açtığımda beklediğimin aksine yüzüme güneş değmedi. Bu şehri bıraktığımda -ki bundan neredeyse dört sene önceydi- sıcaktan nefes almak kolay değildi. Rüyalarımın şehrine kış daha yeni geliyordu öyle ya… Yeniden bu şehre ayak basmak kendime yeniden bakmak gibi…
Başucumda bir notla uyandım. Ah bu el yazısı… 


“Tatlım, ben okuldan çıkınca eve gelicem, öğlen yemeği yer öyle çıkarız. Öptüm.  
Ps: çamaşırları asar mısın? :) Anahtarı başucuna bıraktım, dışarı çıkarsan diye. Her şekilde 2’de evde ol!”


Üniversite hayatımın ilk yıllarında koridorda birbirimize ötekileştirircesine baktığımız, tanımadan birbirimizi sevmediğimiz o dönemden sonra, hayatımda yokluğuna tahammül edemediğim biri haline gelmişti. Sanırım ikimizle ilgili en çok sevdiğim şey ismimiz. Aynı ismi taşımaktan bu kadar mutlu olacağım insan pek yok hayatımda. Bugüne kadar sayısız notuyla uyandım başucumda. Yazdığı mektupları, attığı kartları okudum. İstanbul’daki evimde kocaman bir panoya tüm notlarını iliştirdiğim dönemleri de özlediğim doğru… Şimdi ömrümü sermeyi hayal ettiği bu şehirde onun evinde uyandığım ilk sabah beni seneler öncesine götürdü.


Dün La Ramblas’da oturmuş bir şeyler içiyorduk. Aylardır görüşmedik, haliyle bir saniye bile susmadan konuşuyorduk. Birbirimize fotoğraflar gösterip hayatın ne kadar hızlı aktığını anlatıyorduk. Üniversite zamanı ikimizin de aklının ucundan geçmezdi başka ülkelere taşınıp benim onu Barselona’daki evine ziyarete geleceğim. Burası benim hayalimdi. Küçük bir çatı katı düşlemiştim hep. Buraya taşınıp sanatla yaşayacaktım. Yazı yazacaktım, okuyacaktım, hatta parası neyse verip İstanbul’dan kitaplığımı bile taşıyacaktım. Gel gör ki bambaşka sebeplerle küçücük bir adaya taşındım. Olsun, orası da güzel…


Ne garip oysa hep aynı ruh haliyle onu görmeye gelmem… Hep aynı ikilemde kalıyorum. Şuradaki köprüden mi atlasam yoksa Ezgi’yi görmeye mi gitsem. O da her seferinde benim ruhumdaki yaraları tek tek elleriyle onarıp yerine yerleştiriyor. Tazelendiğimi, ömrümün uzadığını, içimde kıpırdamadan duran o derin mutsuzluğu belli etmeden çekip aldığını bilmeden yapıyor bunu. Bana iyi geldiğini bilmeden… 


22.10.2011
Küçücük bir balkonu var bu evin. Dar bir sokağa bakıyor. Boynuma uzun seneler önce aldığım şalımı sarmış yere çökmüş oturuyorum. Küçük balkonları oldum olası sevmişimdir. Filmlerde hep güzel kadınların çıkıp sigara içtiği sahneler vardır ya, onlar gibi… 


Onlarca kez izlediğim filmlerden birini izledim uyanınca. Her seferinde aynı sahnede ağlanır mı? Aynı sahnede ağladım. Bazen öyle bir an olur ki keşke o da bu filmi izliyor olsa dersin. Bu sahneyi görüp aynı hisse bürünmüş olsa mesela, eli telefona gitse benimle birlikte ve duymak istediğim cümleleri kursa bana dersin ve hiçbir zaman olmaz ve gözlerin hep telefonunda kalır ve oturup uzun bir email yazmak tek çare gibi gelir ve o uzun emaili her zaman yazarsın ve o uzun emaili hiçbir zaman göndermezsin... Her yer sessizleşir, gözlerin ağırlaşır, sen sessizleşirsin… Bu yeknesaklık hiçbir zaman mutlu sonla noktalanmaz.


Burası çok renkli bir şehir… Burası çok sesli, aynı zamanda çok sessiz, çok eğlenceli, çok yalnız bir şehir burası… 


24.10.2011
Yağmur bir dakika bile durmadı tüm gün. Her şey aynı anda ters gitmek zorunda biliyorum. Ne kadar kasvetli bir gün… Sabah olmasa diye dua edip kapattım gözlerimi.


25.10.2011
Ayrılıklardan korkarım. Ayrılıklar acımasızdır, haksızlık eder, seni düşünmez. Geldiğimden beri her gün yürüdüğümüz yolu yan yana yürüdük son kez. Metroya inen merdivenler öylece bitiverdi. Acelece sarıldık birbirimize. Gözlerimiz sessiz, kuru bir ‘iyi yolculuklar’.


Bazı anlar vardır, sesin çıkmaz, ne diyeceğini bulamazsın. Aklına gelen kelime, cümleye hiç uymaz. Bunca zaman sonra huzurla uyuduğum geceler-hepi topu dört gece- bitiverdi. Sevgilimden ayrılmaktan daha zordu ondan ayrılmak. Tarif edemeyeceğin duygular olur ya. Şimdi bana biri çıksa onunla ilgili neyi seviyorsun söyle dese ellerim titrer. Eğleniyoruz derim birlikte. Oysaki biz güldüğümüzden çok ağlarız. Komik anılardan çok hayal kırıklıkları çıkarırız ceplerimizden ve birbirimizin önüne koyarız utanmadan, sıkılmadan, çekilmeden, tereddüt etmeden. 


Ona kafamı çevirip son kez baktım. Sanki saklayacak olsam anlamayacağını düşünüp ağladığımı görmesin istedim. Hayat onsuz ne kadar zormuş meğer… 


-fotograf: sezen harmanci-

1 yorum:

b. dedi ki...

Daha bugün sordum Dünya'ya:
"Biz bu treni kaçırdık sanki, ha moruk, ne dersin?"
Ne treni? Mutluluk, hayat, ne bileyim eksik olan ama orada olması gerektiğine de kesinkes inandığın şeyin treni. Bu bahsettiğim; kaçan bir aşk yahut bıraktığın, o çok sevdiğin işin değil; vazgeçtiğin o şehir ya da hiç gerçekleşmeyeceğini adın gibi bildiğin adil ve özgür hayat özlemin değil.
Bahsettiğim öyle bir his ki, asla tamamlanamayacağını, asla evet, şimdi oldu diyemeyeciğini bildiğin o çıkmazlık hissi.
Çare, mutsuzluklardan en sana göre olanı seçmekmiş gibi duruyor.
Dürüst olacağım; mutsuzluğunu kıskandım.